HALÛK’UN VEDÂI’NDAN -TEVFİK FİKRET
Tevfik Fikret, kişiliğinde Türk gençliğini ülküleştirdiği oğlu Halûk’u —elektrik mühendisliği öğrenimi yapmak üzere— İngiltere’ye yollamıştı. Genç oğlunun dönüşte yurduna, yurttaşlarına çok yararlı bir eleman olacağını umuyor, bunu, inanarak, bekliyordu. Halûk gerçekten iyi bir öğrenim yaptıysa da ülkesine hiçbir zaman yararlı bir kişi olamadı. Bir daha yurduna bile dönmedi. Amerikan uyrukluğuna geçti; bir kilisenin başpapazı olarak 1965’te Flori-da’da öldü. Bütün bunlar bir yana, Fikret’in oğlunu bu öğrenim için uğurlayışı dolayısıyla yazmış olduğu aşağıdaki manzume, Türk edebiyatının en güzel didaktik ürünleri arasında yer almış bulunmaktadır. Epey uzun olan manzumenin buraya ancak belirli bölümleri alınmıştır.
Sen tren, ben vapurda pür-temkin,
Atılırken sen İskoç illerinin
Sisli, yağmurlu, karlı, buzlu fakat
Cidd ü himmet, vakaar ü hürriyet
Dolu peygûle-i temeddüdüne;
Bense nâzende Bosfor’un köhne,
Köhne, âvâre, bî-haber, bîzâr;
Belki cennet kadar tarâvet-dâr,
Fakat âlûde-i kelâl ü kesel
Bir kenarında münharif, muğfel
Bir hayâtın firâş-ı uzletine...
Ne düşündüm bilir misin? Şu nine,
Şu sahi toprak en sonunda...
Yazık Bunu benden mi duymalıydın!..
Arık Ve bakımsız harâb olup gidecek.
Acı şeyler Halûk, fakat gerçek!.
İLGİLİ İÇERİK
TEVFİK FİKRET HAYATI ve ESERLERİ
TEVFİK FİKRET- BALIKÇILAR ŞİİRİNİN İNCELMESİ
Hani bir gün seninle Topkapı’dan
Geliyorduk; yol üstü bir meydan,
Bir çınar gördük. Enli boylu, vakûr
Bir ağaç. Hiç eğilmemiş mağrur
Koca bir gövde. Belki altı asır,
Belki ondan da fazla, dalgın, ağır
Kaygısız bir ömür sürüp gelmiş...
Öyle serpilmiş, öyle yükselmiş
Ki, civarında kubbeler, damlar
—Ser-te-ser secde-gîr-i istiğfar—
Onu haşyetle seyreder gibidir,
Duyulan hep onun menâkıbidir;
Görülen hep odur uzaklardan,
Fakat ayyûka ser çeken, uzanan
Bu mehâbetli gövde çırçıplak.
Ne yeşil bir filiz, ne bir yaprak..
Kuruyor, âh pek yazık. Şu derin
Şerha böğründe belki bir hâin
Baltanın, bir gazablı yıldırımın
Zehridir.. Söyle ey çınar bağrın
Hangi odlarla yandı? Hangi siyah
Kurd içinden kemirdi? Hasta, tebâh
Seni kim şimdi bağlayıp saracak?
Kim şifâlar verip de kurtaracak?
Şu dönen kargalar başında senin,
Söyle, bunlar mıdır zehirleyenin?..
Söyle ey mustarip vatan bildir:
Çektiğin hangi kanlı seyyiedir?..
Bu geçit işte böyle dar, muavvec;
Ey şetâretli yolcu, sen yürü geç.
Sen bu menhelde kalma; sıçra, atıl,
Bir ziya kervanı bul.. Ve katıl.
Dâima önde, dâima yukarı;
Gez, dolaş, kâinât-ı efkârı;
Pür-tehâlük hayât ü kuvvetten
Ne bulursan bırakma: san’at, fen,
İtimat, itinâ, cesâret, ümîd;
Hepsi lâzım bu yurda, hepsi müfîd.
Bize bol bol ziya kucakla, getir:
Düşmek, etrâfı görmemektendir!..
......................................
İşte bir yol ki hep çakıl ve diken!..
Geçeceksin yarın bu yoldan sen.
Geçeceksin, ayakların yorgun,
Ellerin şerha şerha, bağrın hûn;
Fakat alnın açık, yüzün handân,
Gözlerin ufka feyz ü nûr akıtan
Bir tecellîye müncezib, meshûr..
Sen koşarken o tayf-ı nûr-â-nûr
Yaklaşırken uzaklaşır; çılgın
Bir tehâlükle sen kucaklarsın,
O kaçar; kolların açık, meshûf
Atılırsın. O tâ uzakta mahûf
Bir dikenlikte gizlenir ve güler.
Sen koşarsın kırık, ezik, muğber.
Ellerin şerha şerha, bağrın hûn;
Büsbütün teşne, büsbütün yorgun..
Sen yoruldukça yol uzar, artar;
Çalı dişler, taş ağrıtır, yırtar;
Çırpınır her dikende bir parçan..
Yine sen —pür emel— önünde uçan
O esîrî hayâli kapmak için
Atılır, yırtılır ve inlersin...
Varsın uçsun; bugün değilse yarın
O şenindir; mükedder olma sakın.
Koşan eldet varır, düşen kalkar;
Kara taştan su damla damla akar.
Birikir sonra bir gümüş göl olur;
Arayan hakkı en sonunda bulur!.
.............................
Âdem evlâdı bıkmamış cidden
Ne ezilmek, ne hakkı ezmekten.
Duymamış hiç bu işte yorgunluk;
Bir teşekkî: Hemen tokat, yumruk...
Yumruk elvermemiş, topuz vurmuş;
Hak!" deyen ağzı taşla susturmuş.
O da kâfi değil, bugün karalar
Ve denizler, zehirli humbaralar,
Bombalar güllelerle mâl-â-mâl;
Biraz âciz misin, zebûn musun? Al
Bir tokat, bir topuz, ya bir gülle,
İşte hakkın; fakat güzel belle:
Sen de birgün —cihan bu— kendinden
Daha âciz biriyle istersen
Aynı dilden tekellüm eylersin;
Sen de en gür belâgatınla; sesin
Çıktığı, yettiği kadar gürler
Ve yakarsın... Semâda şimşekler
Yıldırımlar da aynı dersi verir:
Bütün âlem esîr-i kuvvettir..
..............................
Beklerim bir zafer esasen ben:
Kılıcından ziyade kalbinden...
Ey Bizans’ın çürük, sukut-âlûd
Kollarından pür-iştiyaak-ı suûd
Sıyrılan yolcu: Bakma arkana hiç;
Seni bir lahza etmesin tehyıc
Onun ahlâkı solduran nazarı.
"Daimâ önde, daimâ ileri!.."
İşte fermân-ı azm ü pervâzın..
Uç, git; eflâk-i sun’ u i’câzın
Bütün atbaak-ı şârıkında dolaş;
Ferş’i geç, Arş’ı atla, Sidre’yi aş:
Gör ne var maverada ibret-hîz;
İtilâ —ictirâ— rehâ-engîz. .
Topla, fırlat —rie varsa— taş, iğne;
Şu muhitin ser-i rehavetine.
O biraz belki canlanır ve senin
Zahmetin, himmetin ve fazlın için
Koyar elbet vatan, bu hasta nine,
Bir sıcak bûse terli nâsiyene!..
KELİMELER, AÇIKLAMALAR:
Pür-temkin: ağırbaşlılık, soğukkanlılık dolu; cidd ü himmet: ciddilik ve çalışkanlık; peygûle-i temeddün: uygarlık yeri, ülkesi; bî-haber: her şeyden kopmuş, ilgisiz, uyuşuk; bizar: bezgin; tarâvet-dâr: tazelik dolu; âlûde-i kelâl ü kesel:tembellik ve bezginliğe uğranrş; münharif: sapıtmış; muğfel: aldatılmış; firâş-ı uzlet: yalnızlık yatağı, köşesi; sahi: cömert; arık: bakımsız, harap, kötü; (Hani bir gün seninle Topkapı’dan... mısraı ile başlayan bölüm Osmanlı împaratorluğu’nun altıyüz yıllık özetini yapmaktadır); serte-ser: baştan başa, baş başa; secde-gîr-i istigfâr: tövbe secdesinde; haşyet: korku ve ürperti; menâkıb: menkıbeler, hikâyeler; ayyuk: çok yüksek yer-(ler); ser çekmek: baş çekmek, yükselmek; şerha: yara; tebâh: harap olma; seyy'ıe: kötülük, vebal; muavvec: girintili-çıkıntılı, dolambaçlı; şetaret: sevinç; menhel: zor durum, çıkmaz yol, tuzak, ayakbağı; efkâr: fikirler, düşünceler; pür-tehâlvk: büyük bir istekle; müfit: faydalı; hûn: kan; handân: gülen, güleç; müncezib: bağlanmış, çekilmiş, kapılmış; meşhur: sihrine kapılmış; tayf-ı nvr-â-nûr: nurlarla dolu hayal, ruh; meshûf: susamış; m.a-hûf: korkulu; muğber: üzgün, küskün; teşne: susamış, çok istekli; esiri: uçacakm’ş gibi hafif; teşekkî: şikâyet; mâJâmâl: dopdolu; zebûn: düşkün, güçsüz; tekellüm: konuşma, söyleşme; belagat: düzgün ve sağlam söz, konuşma, anlatma; sukut-âlûd: düşkünlüğe bulanmış, düşkün; pür iştiyaak-ı suûd: uçmak, yükselmek isteğiyle dolu; tehyic: heyecanlandırma; pervâz: uçmak; eflâk-i sun’ u i'câz: akılları durduracak kadar yüce işlerle dolu gökler; atbaak: tabakalar, katlar; şârık: parlak, gösterişli; Ferş, Arş, Sidre:îslâm dinine göre gökte tanrısal katlar; mâvera: ötesi; ibret-hiz: ibret verici; itilâ: yükseliş; ictirâ: cesaretlilik: rehâ-engîz: kurtarıcı, kurtuluş verici; muhit: çevre; ser-i rehâvet: tembel, gevşek baş; nâsiye: alın.