Anonim halk şiirinin en eski türlerinden biri olan türkü terimine Doğu Türkleri arasında 15. yüzyılda rastlanmakta ise de Anadolu'da ilk türkü örneklerini 16. yüzyılda bulabiliyoruz. Türk kelimesinden "Türk'e ait, Türk'e mensup, Türk'e mahsus" anlamını verecek bir biçimde türetilen bu kelime, sadece bir şiir şeklini değil, özel ezgileriyle okunan değişik metinleri de anlatmaktadır. Denilebilir ki anonim olsun olmasın, halk şiiri içinde yer alan bütün türlerde ezgi, en çok türkülerde belirleyici bir rol oynayarak ön plana çıkmak zorundadır ve zaten çıkmaktadır da... Bu bakımdan ezgisine ve ritmine bakmadan türküleri özellikle yapıları bakımından çeşitli şekillerde sınıflandırma çalışmaları yapmak, eksik bir çalışma olarak kalmak zorundadır.
Türkülerin ortaya çıkışları iki yolla olmuştur ve bugün de olmaktadır. Ya çok kısa bir zaman içinde anonimlik özelliğini kazanmışlar, ya da bir saz şairinin söylediği parça sonradan türkü olarak tanınmıştır ve türküyü yakanın adını da vermektedir. Her iki halde de özel bir ezgi ile söylenmektedirler.
Bu konuda bir araştırmacı şunları söylemektedir:
"Türküler ve Türkü yakma
Türküler iki şekilde bulunur: Mahallî, umumî, Bunlardan umumî olanları herhangi bir yerde çıkıp da ağızdan ağıza yayılan türkülerdir ki, az çok farkla her yerde ayni şekilde söylenir. Kevengin yollan, kadife çiftetellisi, ay doğdu batmadı mı gibi.
Mahallî türkülere gelince, bunlar da ikidir :
- Herhangi bir hadise üzerine umumî türkülerden birinin bestesine, hazır manileri zemine zamana göre uydurarak yapılan türküler.
- Yine bir hadise üzerine bestesi ve güftesi yeniden yapılan türkülerdir ki buna, (türkü yakma) denir.
Anadolu’muzda öteden beri türküler mühim hadiseler üzerine yakılır. Meselâ genç bir adam vurulur veya genç bir gelin ölür. Yahut da, genç bir kız kaçırılır. Buna benzer birçok hadiseler, halkın ruhunda müşterek bir acı, bir heyecan uyandırırsa, ondan istifadeye kalkan hassas ruhlu insanlar hemen bir türkü yakarlar. Ve bu türkülerde, o türküyü ilham eden hadise ne ise anlatılır. Herkes o hadise ile meşgul bulunduklarından ona ait her haber gibi bu türkü de derhal duyulur. Ve düğünlerde söylenmeye başlar...
Ekseri bu türkülerin yakıcıları malûm olmaz. Ve güftesi ile, bestesi bir ağızdan çıkar. Lâkin çok sürmez. Ona yeni ilâveler yapılır. O türküye uyan ne kadar mani varsa o meyanda söylenir. Hatta bazen ilk besteyi yapanın kullandığı güfteden eser bile kalmaz..."
Bir başka araştırmacı yazarımız türkülerimizi şu şekilde değerlendirmektedir:
Yıldızlı Bir Türküler Gecesi
Halk türküleri bizim tatlı belâmız. Dilimizin tadı, gerçeğimizin acısı onlarda. Gülen ayvamız, ağlayan narımız onlarda. Halkımız onlara komuş umudunu da, umutsuzluğunu da. Çoğunluğumuzun derdi de onlarda saklı, devası da. Dünümüzün alaca karanlığı, bugünümüzün sabah serinliği, yarınlarımızın ip uçları onlarda. Çıkageldiğimiz Doğu'ya bağlılık da var onlarda, gidedurduğumuz Batı'ya uyarlık da. Türkülerde kadere boyun eğmiş, türkülerde kadere baş kaldırmışız.
Edebiyat mı yapıyorum dersiniz? Niyetim hiç de o değil. Geçmişimizle övünmelere, kendi kendimizle gelin güveyi olmalara ne türlü tok olduğunuzu biliyorum. Biçim geçmişimiz bir halk türküsündeki Sille şehrine benzer bir bakıma:
Şu Sille'den gece geçtim görmedim;
Acı tatlı suyun içtim, ölmedim.
Bir alaca karanlık dünyada, koyunu kurdu, derdi devası her zaman pek belli olmayan bir düzende, türküler gibi, ağlaya güle, eze ezile yaşıya gelmişiz. İyi ki sıyrılır olduk o dünyadan, o düzenden; iyi ki türkü söylemez oldu şairlerimiz, nice şiirlerden daha güçlü de olsa eski türküler; iyi ki orta oyunu, karagöz oynamaz olmuş Türk tiyatroları, nice yeni oyunlarımız onlardan alız da, tadına doyulmaz da olsa. Ne mutlu bize ki barışçı bir millet çıkardık cihangirane bir devletten. Hem istesek de dönemeyiz artık eski zamanlara, kara günler içinde doğmuş ak türkülere: Geçmiş ola, kardı şanlı günlerimiz çoktan tarihe karıştı, ağlaya güle. A. Kadir'in çevirisinde Mevlâna'nın dediği gibi :
Dünle beraber gitti, cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait:
Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım.
Elbette, ona ne şüphe; ama gerçek yeniliklerin eski temeller üstüne kurulduğu, günü bilmeyen sanatın yarına kalmayacağı da su götürmez: Onun için Fuzuli’nin şu sözü de Mevlâna'nınki kadar doğru :
İlimsiz şiir, esası yok divâr olur,
Ve esassız divâr gayete bi-itibâr olur.
Biz eski şiirimizi Batılı bilim anlayışıyla ve bütün yönleriyle biliyor sayılamayız henüz. Hele türkülerle alış-verişimiz pek gelişigüzeldir bugüne dek. Geçmişimizin sanatça yani insanlıkça en ağır basan yanı olan folklor için hangi bilgiler yetiştirdik Boratav'dan başka ve niçin o bile yok aramızda? Gerçi radyolar, filmler, gazinolar bezdiresiye türkü yayımlıyorlar, ama hepsini birbirine benzeterek, gerçeği sahteden ayırmayarak, koca halkın sesini yıllar yılı bir tek sesin, bir zevkin emrine vererek. Doğrusunu isterseniz, eskiyi bilmekten, yeniye mal etmekten çok eskiyi sürdürmek onlarınki. Bu yüzden de birçok genç, ileri aydınlarımız, daha değerlerini bilmeden beziyor türkülerden. Yeter artık, illallah, diyorlar; bıktık bu eski seslerden, biraz da çağımızın sesini dinleyelim. Hak vermemek zor doğrusu, onlara da. Ama kabahat türkülerde değil, biraz sonra daha iyi göreceksiniz ki, değil. Temcit pilâvına döndüren biziz türküleri: Nerde, nasıl söylenmeleri gerektiğini bilmediğimiz için; ağıtı oyun havasına, oyun havasımı ağıta, türküyü alaturkaya karıştırdığımız için. Türküleri ciddiye almadığımız için kısacası."
Hece ölçüsünün beşlisinden başlayarak on altılı olanına kadar hemen her kalıbı ile söylenen türküler, önce bir "türkü yakıcı" tarafından çeşitli olaylara (deprem, savaş, ayrılık, ölüm, sevgi vb.) bağlı kalınarak yakıldığı gibi toplumu yakından ilgilendiren daha bir çok konu türkülerde dile getirilmiştir. Bunlar arasında beşikten (ninniler) mezara (ağıtlar) kadar çeşitli zaman ve olaylara bağlı olanlar (çocuk türküleri, askerlik türküleri, oyun türküleri, iş türküleri, tören türküleri) ile aşk türküleri, tabiat, kahramanlık veya eşkıya türküleri, karşılıklı konuşmaları içeren türküler, önemli yer tutmaktadırlar.
Türkülerin en önemli özelliğinin ezgi ve ritimleri olduğunu düşünen araştırmacılar bunları iki ana bölümde incelemeyi ileri sürmüşlerdir: 1. Usullü türküler, 2. Usulsüz türküler.
Usullü türküler genellikle oyun havalan olup Konya'da oturak, Urfa'da kırık hava, Ege'de zeybek, Ordu, Giresun, Trakya ve Marmara'da karşılama, Harput'ta şıkıltım, Karadeniz kıyılarında horon, Isparta ve Eğridir'de datdiri, Kars ve Erzurum'da Sümmani ağzı adlarıyla da tanınmaktadırlar. Bunlar belli süre birimlerine bağlı kalınarak yakılmış türküler olduğundan ölçülü türküler de denir. Yukarıdaki oyun havalarından başka güzelleme, koşma, ninni, taşlama ve yiğitleme de bu bölüm içinde yer almaktadırlar.
Usulsüz olanlar, süre birimine bağlı kalmaksızın nota değerleri ile usulsüz olan türkülerdir. Uzun havalar şeklinde genel bir ad taşıyan bunların ayrıca ağıt, bozlak, Çukurova, divan, hoyrat, kayabaşı, koşma, maya, türkmani adlarını taşıyan çeşitleri de bulunmaktadır. Bunlardan divan kendine haz ezgisi, ritmi ve ayak denilen sazlı bir bölümü içinde bulundurur. Divan ezgisiyle usta okuyucular gazel okurlarsa da, halk daha çok on beş heceli halk şiirlerini tercih etmektedir. Bu divan makamım Atatürk'ün de çok sevdiğini, 1937'de Elazığ'a geldiğinde Hafız Osman ile Mehmet Akar'dan dinlediğini biliyoruz.
Usulü türkülere örnek olarak Gaziantep yöresinde Şirin Nar adıyla bilinen halay türküsünü verelim:
Şirin nar dane dane
Gel güzel döne döne
Gül olup koklamadım
Felek ayırdı gene
Şirin nar dane dane
Gel güzel döne döne
(Nakarat)
Beyaz giyme üşürsün
Güzellikten menşursun
Nakarat
Neynim güzel olduğun
Yad elnen konuşursun
Nakarat
Evler göç göçe oldu
İki derdim üç oldu
Nakarat
Ben sevdim eller aldı
Emeklerim heç oldu
Nakarat
Giderim dur diyen yok
Kebap aldım yiyen yok
Nakarat
Ayrılık gömleğini
Benden başka giyen yok.
Nakarat.
Usullü türküler bölümünde halkımızın en yaygın bir biçimde yaşattığı bir tür olan ninni, genç annenin veya büyükannenin bebeği uyutabilmek amacıyla beşiğini veya salıncağını yahut yerde otururken uzattığı ayaklan üzerinde yatırdığı bebeğini sağa-sola belirli bir ritimle sallarken söylediği türküdür. Daha önceden ezberlenen metinler tekrar edilebildiği gibi o anda doğmaca olarak da söylenebilmektedirler. Bebeğin özellikleri, ailesinin ona karşı duyduğu hasret ve sevgi dile getirilir. İleride alması arzulanan makam ve sahip olması istenen meslekler, ninni metni içinde diğer özellikler arasında sayılır. Bazı ninnilerin ölen bebeklerin arkasından yakılan ağıtlar şeklinde olduğu, annenin acısının yaşatıldığı da görülmektedir. Söz gelimi:
Oğlum oğlum üşümüş
Pazarda buğday taşımış
Yolda güneş vurmuş da
Ensesini kaşımış.
Uyu yavrum ninni
Büyü yavrum ninni.
Oğlum oğlum al oğlum
Ocağında kal oğlum
Baban artık kocaldı
İşe güce sal oğlum.
Uyu yavrum ninni
Büyü yavrum ninni.
Oğlum oğlum yatıyor
Kolunu bir hoş atıyor
"Ana bir iş var mı?" diye
İkide birde bakıyor.
Uyu yavrum ninni
Büyü yavrum ninni.
*****
Ninni deyim yatasın
Kızıl güle batasın
Kızıl gün senin olsun
Gölgesinde yatasın.
Ninni de babam ninni
Ninni de yavrum ninni.
Meydanda atlar
Yanyana otlar
Balama kurban olsun
Koç koç yiğitler.
Ninni de babam ninni
Ninni de yavrum ninni.
*****
Bebeğin beşiği çamdan
Yuvarlandı düştü damdan.
Ninni diyem bebek sana
Ninni ninni ninni ninni.
Yandı ciğer döndü kana
Meme verdim yana yana.
Ninni diyem bebek sana
Ninni ninni ninni ninni.
Alma attım yuvarlandı
Gitti beşiğe dayandı
Bebek uykudan uyandı.
Ninni ninni ninni ninni.
Evlerinin önü çiçek
Orak getirin biçek
Bebek öldü kefen biçek.
Bebek ninnin ninni ninni.
*****
Uzun hava olarak kabul edilen ve usulsüz türküler içinde yer alan ağıt, genellikle bir kişinin zamansız sayılan ölümünden sonra yakınları veya bir ağıtçı tarafından söylenen türkü türüdür. Ölen kişinin kişisel özellikleri, ona karşı duyulan sevgi, yaşayışı, yaptıkları ve geride kalanların duygulan özel bir ezgi ile yas günlerinin hemen başında dile getirilir.
En eski ağıt olarak bilinen, Firdevsî'nin Şehname'sinde Afrasiyab olarak geçen Türk bahadırı Alp Er Tunga için söylenen ağıttır. Bu ağıta sagu denildiği de bilinmektedir.
Ölü başında okunan ağıtlarda saz kullanılmaz. Başka yerlerde okunduğu takdirde, saz açılıştan sonra karar sesinde kalır. Bu karar sesinde kalmaya "dem tutma" denir. Ağıtçı bu karar perdesinden daha tiz seslere çıkarak ve daha sonra da pes seslere inerek doğmaca olarak yaktığı ağıdı okur.
Türkü içinde yer alan ağıtlardan bazen düz yazı veya başka bir şiir türü şeklinde söylenenleri de vardır.
Ağıtların tabii ortam içinde ve yakıldığı anda derlenmesi derleyici açısından çeşitli maddî ve manevî güçlüler ortaya çıkardığı için bu şekilde derlenmiş metinler çok azdır. Zaman geçtikten ve yer değiştikten sonra tekrar ettirilen ağıtlar birtakım değerlerini yitirmekte, böylece orijinal olma özelliği ortadan kalkmaktadır.
Ağıtları, yine ölen kişilerin ardından söylenen destanlarla da karıştırmamak gerekmektedir. Bu tür destanları, genellikle adlarını, mahlaslarını açıkça belirten âşıklar söyler. Bunlar ağıtlardan çok daha geniş bir alana yayılabilirler. Destanlar metin halinde kalır ve özel bir ezgi ile de okunmazlar. Bazı destan satıcılarının basılı olarak satmak istedikleri metinleri daha iyi satış yapabilmek amacıyla yanık bir sesle ama monoton olarak okuduklarını son yıllarda değişik yer ve zamanlarda yaptığımız derleme çalışmaları sırasında görmüştük.
Burada birkaç ağıt metnini örnek olarak vermek istiyorum:
BEBEK AĞIDI
Elmalı'dan çıktım yayan
Dayan hey dizlerim dayan
Emmilerin karşı varır
Kimi atlı kimi yayan.
***
Harmancığın kayaları
Çanı çalar mayaları
Bek mi değdi ak bebeğim
Kara kurşun soyaları.
***
Deve de deveden yüce
Deveyi yüklettim gece
Yoklamadım ak bebeğim
Yurda varıp konmayınca.
***
Deveyi deveye çattım
Yuların boynuna attım
Yoklamadım konmayınca
Kayınbabamdan hicab ettim.
***
Havada bulut erişir
Kuzgunlar üleş belişir
Geri döndüm baktım idi
Çadırda düşman gülüşür.
**
SARIKAMIŞ AĞlDI
Sarıkamış pek aralı
Kimi ölmüş kimi yaralı
Bunu duymuş var mı ola
Yalan dünya kurulalı.
Canını alan savuştu
Hasiret olan kavuştu
Aman diyem arabacı
Oğluma hayıf mı düştü?
***
Yine önü kış geliyor
Görmeyene düş geliyor
Sarı Kışlaya vardıkta
Arabamız boş geliyor.
***
Sarı ipek kozaları
Yandı Avşar kazaları
Sarıkamış'ta kırıldı
Gonca gülün tazeleri.
***
Soğanlıda bir harp oldu
Nice yiğit orda kaldı
Sarıkamış alınınca
Sağ olanlar mektup saldı.
***
Sivas'a bir ölü it gelmiş
Adam diye dalanıyor
Hiç onludan asker m'olur?
Anam diye dolanıyor.
***
Kalktı ekin kaldı firez
Cahiller almadı maraz
Yenile de on başlı gitti
Yürü gül gül dudak kirez.
***
AĞIT
Hacılar köyüne bastığım oldu
Tütünün dengi de yastığım oldu
Zalim arkadaşların kaçtığı oldu.
Gelin ahbaplarım gelin yanıma
Sebebim tütünü basın kanıma.
Bilseydim de Hacılara varmazdım
Tütüncü beyinin kızını almazdım
Gelen belâlara karşı durmazdım.
Gelin ahbaplarım gelin yanıma
Sebebim tütünü basın kanıma.
Ne yaptım Balağın Ali sana ne yaptım?
Yerimi gösterdin, ciğerim yaktın
Beş yüz altınla da açığa çıktın.
Dost bildiğim Ali büktün belimi
Lal eyledim bülbül gibi dilimi.
Erenler erenler kanlı erenler
Erenler içinde Çerkez vuranlar
Teslimim deyince cana kıyanlar
Gelin ahbaplarım gelin yanıma
Sebebim tütünü basın kanıma.
Son olarak usulsüz türkülerden olan bozlak ve mayalardan örnekler aktaralım:
BOZLAK
Evlerinin önü hamam kapısı
Hamamdan geliyor yarin kokusu.
Top kâküllü çiçeğim
Sen doldur ben içeyim
Bana da yardan geç derler
Ben nasıl vazgeçeyim?
Evlerinin önü kireç kuyusu
Yüreğime vurdu derdin koyusu.
Top kâküllü çiçeğim
Sen doldur ben içeyim
Bana da yardan geç derler
Ben nasıl vazgeçeyim?
Evlerinin önü yüksek kaldırım
Kaldırımdan düştüm beni kaldırın.
Top kâküllü çiçeğim
Sen doldur ben içeyim
Bana da yardan geç derler
Ben nasıl vazgeçeyim?
İLGİLİ İÇERİK
KINA TÜRKÜSÜ ve KINA GECESİ TÖRENLERİ
TÜRKÜLERİMİZ VE TÜRKÇENİN GÜCÜ- MURAT KARABACAK
- Önceki
- Sonraki >>