TECÂHÜL-İ ÂRİF
Bu sanatın temeli bilinen bir hususun bir nükte gözeterek bilmezlikten gelinmiştir. Demek ki sanatkâr bildiği bir şeyi bilmezlikten gelerek karşısındaki bazı mesajları vermek isteyecektir. Soru sorularak yapılan tecahül-i ârif ve sorulan soruya cevap verilirken yapılan Tecahül-i ârif olmak üzere iki şekilde yapılır.
Bu sanatı yapan kişinin hakikaten arif olması gerekir. Şeyh Galib: “Gel arif ol ki ma’rifet olsun tecahülün” demiştir.
a) Soru sorma yoluyla yapılan tecahül-i ârif
“Sözü yazdımdı da kalmış öbür entaride
Va’diniz bûse mi vuslat mı unuttum ne idi”
YKB
Şair, sevgilsinin kendisine buse mi vuslat mı vadettiğini unuttuğunu - yazmış olduğu halde unuttuğunu- söyleyerek ve ondan ne vadettiğini sorarak vaidi bilmezlikten geliyor. Böylece zarif bir şekilde sevgilisine verdiği sözü hatırlatıyor.
“Gerçi cânândan dil-i şeydâ içim kâm isterem
Sorarsa cânân bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedir”
Fuzuli
“Sen ol cellâd-ı din ol düşmen-i iman mısın kâfir”
Nedim
“Ey şuh Nedimâ ile bir seyrin işittik
Tenhaca varıp Göksu’ya işret var içinde”
Nedim
Gezintiyi yapan Nedim’in kendisidir. Bilmezlikten geliyor.
Göz gördü gönül sevdi ey yüzü mâhım
Kurbanım olam var mı benim bunda günahım
Nedim
Neden böyle düşman görünürsünüz
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar
C.S.TARANCI
Her hangisine baksam âsâr-ı beytime kendim
Şâir mi neyim? Cazibe var nigehimde
Muallim Naci
Yılın ilk kan yağdı.
İyice kısaldı günler
Ölülerimiz üşür mü ki?
Son dizede şair ölülerin üşümediklerini bildikleri halde, sorudan yaralanarak bu durumu bilmezlikten geliyor.
Ab-ı gündür günbed-i devvâr rengi bilmezem
Ya muhit olmuş gözümden günbed-i devvâre su
FUZULİ
( Bilmiyorum, dönen kubbe "gökyüzü" kendiliğinden mi su rengindedir; yoksa gözyaşlarını mı gökyüzünü kaplamıştır.)
Fuzuli bu beytinde, gökyüzünün niçin su renginde olduğunu bilmediğini söyleyerek, döktüğü gözyaşlarının gökleri kaplaması nedeniyle böyle olabileceği ihtimalini ileri sürüyor. Doğal olarak şairin gökyüzünün niçin su renginde olduğunu bilmemesi imkânsız; fakat böylece ne kadar çok ağlamış, çok gözyaşı dökmüş olduğunu nükteli bir tarzda belirtmiş oluyor. Bu beyitte tecâhül-i ârif ile mübalağa da vardır.
Dün gece yoktu ki
Bu dağ buraya nasıl gelmiş?
Çördükler, cevizler, iğdeler
Gidin Bakın gölgeleri orda mı?
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var
Benim Allah'ım bu çizgili yüz?
Sular mı yandı neden tunca benziyor mermer?
Arzu dolu, yaşamak dolu
Bu eller miydi resimleri tutarken uyuyan?
Su insanı boğar, ateş yakarmış
Her doğan günün bir dert olduğunu
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Saçların dalgalı, boya mı sürdün?
Gelmiyorsun artık, bana mı küstün?
İçimde kar donar, buzlar tutuşur,
Yağan ateş midir, kar mıdır bilmem.
B) Soruya cevap verme yoluyla yapılan tecahül-i arif
Bu cevaplarda da nükte bulunması ve bilmezlikten gelmek şarttır. Bunlar da neşelendirme ve azarlama maksadıyla yapılır.
Abbasi halifesi Mansur’un amcasının kızı ölmüştür. Gömmek için mezara götürürler. Halife ve halifenin şairi Ebu Delâme de oradadır. Halife cenaze mezara konulurken sorar:
Ya Ebu Delâme! Burası için ne hazırladın?
Şairin cevabı: “Halifenin amcasının kızını” şeklinde olur.
Halifenin sorusu. “Öbür dünya için ne hazırladın?”dır. Şair bilmezlik gelir.
TECAHÜL-İ ARİF/İSLAM ANS
İfadeyi kuvvetlendirmek amacıyla yazarın bildiği bir şeyi bilmiyormuş gibi anlatması mânasında bedî' sanatı terimi.
Sözlükte "bilmemek, tanımamak" anlamındaki cehl kökünden türeyen ve "bilmiyormuş gibi görünmek" mânasına gelen tecâhül ile arif (bilen) kelimelerinden oluşan tecâhülü'l-ârif (tecâhül-i arif) terkibi "bilenin bilmez görünmesi" demektir. Ebû Hilâl el-Askerî bu sanata "tecâhülü'l-ârif ve mezcü'ş-şek bi'l-yakin" adını vermiş ve ilk defa amacını "sözü daha çok pekiştirme" diye açıklamıştır (Kitâbü's-Sinâ'ateyn, s. 445). Sekkâkî konuyu bedî' ilminde ele almış ve örnekleri Kur'ân-ı Kerîm'de de bulunduğu için tecâhül kelimesini edebe aykırı görerek bu türe "sevku'l-ma'lûm mesâka gayrlhî" (bilinenin bilinmiyormuş gibi sunulması) adını vermiştir [Miftâhu'l-'ulûm, s, 427). Hatîb el-Kazvînî de konuyu aynı adla incelemiş ve Sekkâkî'nin tanımına bu sanata kınama / sitem, medihte mübalağa, aşkta şaşkınlık, tahkir ve ta'riz gibi bir amaçla başvurulduğu hususunu eklemiş, Telhis sarihleri de konuyu aynı yaklaşımla işlemiştir. İbn Ebü'l-İsba' türe İbnü'l-Mu'tezz'in tecâhül-i arif, başkalarının "i'nât" dediğini söylemiş, fakat i'nât nitelemesi "lüzûm-ı mâ lâ yelzem"in diğer bir adı olduğundan bu adlandırmayı uygun bulmamıştır (Bediu'l-Kur'ân, s. 50; Tahrîrü't-tah-bîr, s. 135). Necmeddin İbnü'l-Esîr el-Halebî, Kur'an'da geçen örneklere i'nât, çeşitli eserlerde yer alan örneklere tecâhül-i arif adı verildiğini ve hiçbir âyete tecâhül nitelemesinin yapılamayacağını belirtmiştir (Cevherü'l-Kenz, s. 208). Tecâhül-i arif sanatı daha çok teşbihte pekiştirme için yapıldığından Yahya b. Hamza el-Alevî onu istiarenin gayelerinden biri diye görmüştür (et-Tırâzü'l-mütezammin, III, 80). Alevî, ciddiyet amaçlı mizahı tecâhül-i arife mülhak bir tür olarak değerlendirmişse de şu dizede görüldüğü gibi onun özellikle soru formunda olanının tecâhülün maksatlarından sayılması daha isabetli olmalıdır: "Geldiğinde sana bir Temîmli övünerek / De ki ona: Geç sen bunu da keler yemen nasıl onu söyle?" Şairin Temîm kabilesinin keler yeme âdetini bildiği halde bilmezlikten gelerek sorması, övünecek bir yanlarının olmadığı gerçeğini çarpıcı bir anlatımla dile getirme amacına yöneliktir.
Tecâhül-i arif sanatı genellikle ...... (bilmiyorum / bilmedim) ifadesiyle başlar ve teşbihin mübalağa bildiren türünde bunun ardından" ... (mi ...?yoksa ...?) soru edatları gelir. Bazan sadece soru edatı veya şart kipiyle belirtilir ya da başka biçimlerde oluşur. Sanatın başlıca amaçlan şöyle sıralanmaktadır:
1. Kınama (tevbîh). Hâricîler'in ileri gelenlerinden Velîd b. Tarîf, Hârûnürreşîd zamanında isyan edince üzerine Yezîd b. Mezîd kumandasında bir kuvvet gönderilerek katledilmiştir. Kardeşi Leylâ onun için yazdığı mersiyede şöyle demektedir:
"Ey Habur ağacı, niye yapraklısın?
Sanki Tarîfoğlu'na üzülmemiş gibisin?"
Şu âyette de Medyen halkının tecâhül gösterip Hz. Şuayb'a soru sorması kınama maksadıyladır: "Ey Şuayb! Atalarımızın taptıkları putları terk etmemizi sana namazın mı emrediyor?" (Hûd 11/87).
2. Dokundurma (ta'riz). Şu âyette görüldüğü gibi: "Biz veya siz, ikimizden biri ya doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık içindedir" (Sebe' 34/24). Hz. Peygamber ile ashabının hidayette, kâfirlerin dalâlet içinde bulunduğu malûmken şüpheli biçimde ve insaf üslûbunda bir ifadenin kullanılmasında onların dalâlette olduklarına hem dokundurma hem tartışmayı bırakarak düşünüp hidayete ermelerini sağlama amacı güdülmektedir. Yine, "De ki: Rahmanın oğlu olsaydı ona tapanların ilki ben olurdum" âyetinde (ez-Zuhruf 43/81) Allah'ın oğlunun bulunmadığı Resûl-i Ekrem tarafından bilinirken bilinmiyormuş gibi bir anlatıma yer verilmesi onların inançlarının yanlışlığını ta'riz yoluyla reddetme gayesine yöneliktir.
3. Aşkta şaşkınlık. Bu şekil gazelde mübalağa ve şevkte mübalağa olarak da nitelendirilmiştir. Mecnûn'a nisbet edilen şu mısrada olduğu gibi: ...
Sizi Allah'a salarım çölün ceylanları! Söyleyin bana
Leylâm sizden mi yoksa Leylâ beşerden midir?
Mecnûn'un Leylâ'nın bir insan olduğunu bildiği halde tecâhül göstermesi aşk yüzünden şaşkına döndüğünü ve Leylâ ile ceylanlar arasındaki benzerliğin karışıklığa yol açacak derecede olduğunu vurgulamak içindir. Bu tür örneklerde teşbihte mübalağa tecâhülün asıl amaçlarındandır. Ebû Hilâl el-Askerî'nin şu dizeleri bu konuda güzel örneklerden sayılır:
"Diş midir gördüğüm yoksa papatya mı
Endam mıdır gördüğüm yoksa servi mi
Göz müdür bakan yoksa keskin kılıç mı
Söz müdür dökülen yoksa inci mi
Aşk mıdır çektiğim yoksa yangın mı
Gece midir üzerime çöken yoksa asır mı?"
(Kitâbü's-sına'ateyn, s, 446).
4. Medihte mübalağa. Bir önceki maddede geçen örnekler aynı zamanda övgüde de abartıyı ifade etmektedir. Buhtürî şu beytinde, sevgilisinin tebessümünün parlaklığını şimşek parlaklığına ve lamba ışığına benzeterek anlatmak için tecâhüle başvurmaktadır:'
"Görünen şimşek parıltısı mı yoksa lamba ziyası mı
Ya da sevgilinin görünen yüzündeki tebessümleri mi?"
(Abdünnâfi İffet, II, 192-193).
5. Tazimde mübalağa sağlamak amacıyla da tecâhül üslûbuna başvurulur. Abdülkâdir-i Geylânî'nin,şîbeytinde olduğu gibi:
"Ben susuzlukimû çekerim sen her pınardan akan su iken
Ben dünyada zulme mi uğrarım sen benim yardımcım iken"
(İbn Hicce, I, 276).
6. Hicivde mübalağa için de tecâhülden faydalanılmıştır.
"Bilmiyorum, ileride bileceğimi de sanmıyorum
Şu Âl-i Hasn erkekler topluluğu mudur yoksa kadınlar topluluğu mu!"
(Züheyrb. Ebû Sülmâ) (İbn Ebü'l-İsba', Tahrîrü't-Tahblr, s. 136).
Âl-i Hasn'ın zayıflık ve acizlikte karışıklığa yol açacak derecede kadınlara benzediğini ifade etmek suretiyle hem teşbihte hem yergide abartı sağlanmıştır.
7. Olayın kesinliğini belirtmek gayesiyle tecâhül yollu soruya başvurulabilir (takrîr). "Allah, 'Ey Meryem oğlu îsâ! İnsanlara beni ve annemi Allah'tan başka iki tanrı bilin diye sen mi söyledin?' buyurdu" (el-Mâide 5/116). Hz. îsâ'nın böyle bir söz söylemediği Allah'ın malûmu iken bunun tecâhül yoluyla sorulmasında hem olayı inkâr sorusuyla red hem de onları ilâh edinenlerin yanlış inançlarına ta'rizde bulunma amacı güdülmüştür.
8. Muhatabı alıştırma ve korkusunu giderme maksadıyla da bu üslûptan istifade edilebilir. "Sağ elindeki nedir ey Mûsâ?" âyetinde (Tâhâ 20/17) Cenâb-ı Hakk'ın Musa'nın elindekinin asâ olduğunu bildiği halde sorması, ilâhî huzurdaki Musa'nın korkusunu giderip alıştırma ve yakında asanın onun bir mucizesi olarak büyük bir önem kazanacağına dikkat çekme hikmetine bağlıdır.
BİBLİYOGRAFYA :
Tehânevî, Keşşâ/"(Dahrûc), I, 381; İbnü'I-Mu'-tez, el-Bedf (nşr. M. Abdülmün'im el-Hafâcî), Beyrut 1410/1990, s. 157-158; Ebû Hilâl el-Askerî, KUâbü'ş-Şmâ'ateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1402/1982, s. 445-447; İbn Mu'tî. el-Be-df ft'ilmi'l-bed? (nşr. Mustafa es-Sâvîel-CUveynî), İskenderiye 1996, s. 140-141; EbûYa'küb es-Sek-kâkî. Miftâhu'l-'ulûm (nşr. Naîm Zerzûr), Beyrut 1403/1983, s. 427-428; İbn Ebü'l-İsba', Bedtu'l-Kufân (nşr. Hifnî M, Şeref), Kahire 1392/1972, s. 50-51; a.mlf., Tahrîrü't-Tahbîr (nşr Hifnî M. Şeref), Kahire 1383, s. 135-137; İbnü'l-Bennâ el-Merrâküşî, er-Rauzü'l-merf fişınâ'ati'l-bedf (nşr. Rıdvan b. Şakrûn), Rabat 1985, s. 131; İbnü'l-Esîr el-Halebî, Ceuherü'l-Kenz: Telhîşu Kenzi'l-berâ'a fi edevatı zeui'l-yerâ'a (nşr. M. Zağlûl Sellâm), İskenderiye, ts. (Münşeetü'I-maârif), s. 208-210; Şürûhu't-Telhiş, Kahire 1937, IV, 403-406; Tîbî, et-Tibyân (nşr. Abdüssettâr Hüseyin Zemmût),