Giriş
Türk Edebiyatı tarihinde hikâye söyleme geleneğinin, çok eskiye dayanan köklü bir geçmişi olduğu bilinmektedir. Kavram ve metin olarak ilk Türkçe verimlerden itibaren karşımıza çıkan tür, "hikâye" adını İslamiyet'ten sonra ortaya konulan eserlerde kazanır. Arapça bir kelime olan "hikâye"nin mensup olduğu dildeki ilk anlamı, bir nesneye benzemek, bir kimseyi fiilen veya kavlen taklit etmektir (Tansel: 447). Daha sonra bir sözü nakil ve rivayet eylemek anlamını kazanır.
İlk Türkçe lügatlere bakıldığında ise, kelimenin bizde bu ikinci manası ile yaygınlaştığı görülür. Son yıllarda türe ad olarak seçilen ve günümüzde sıklıkla kullanılan "öykü" kelimesi ise, öykünmek, taklit etmek esasından doğduğuna göre, kelimenin bir edebi türe ad olmadan önce taşıdığı dar anlama işaret ediyor olmalıdır. Ancak öykü kelimesinin edebi bir terim olarak yaygınlaşmasından sonra, kavramsal içeriği doldurma çabaları da görülmektedir. Bizi kültürümüze ait var oluş bilgisinin "yaratılış, söz veriş, iniş, hatırlayış, mühlet (ömür)" kavramları çevresinde detaylandırılmasıyla vücut bulan hikâyenin, başka bir gerçeklik kazanarak öznelleşmesi sonucu ortaya çıkan anlatıla öykü denmesi gerektiği (Lekesiz 2000,19–24) gibi.
Türk Edebiyatı 'nda hikâyenin/öykünün bir terim olarak kullanılmaya başlanmasından itibaren, hikâye kelimesinin dayandığı kavram tahkiyedir. Dolayısıyla anlatma esasına bağlı bütün yazı türleri, geçmişte bu kelimenin etrafında izah bulmuştur. Tarih, destan, menkıbe, kıssa. masal, rivayet, vak'a, rapor, kopya, taklit, roman, hikâye ve benzeri birçok türün ardındaki kavram tahkiyeli eser, yani hikâyedir.
Eski Türk Edebiyatı çok büyük ölçüde nazma dayanır. Sanat göstermek isteyen hüner sahipleri doğal olarak manzum hikâyeyi tercih etmektedir, zira "nesr halk, nazın ise padişah gibidir." (Kavruk 1998'den) Bu sebeple mensur eser vermek fazla önemsenmemiş, hatta küçümsenmiş, alay konusu olmuştur. Buna rağmen Eski edebiyatımızda, bazen müellifleri adlarını gizlemeyi tercih etseler de, hikâye yazma geleneği kesintisiz olarak sürdürülür.
Manzum veya mensur, Eski Türk Edebiyatında tahkiye, genellikle bir fayda esasına dayalıdır. Sadece söylenmek için söylenen, kıssadan hisse çıkarmayan hikâye, hakiki edipler tarafından takdirle karşılanmaz. Destanlar, mesneviler ve halk hikâyelerinin, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlanarak oluşturduğu bu geleneğin az çok dışında kalan, meddah ve mukallit ravilerin anlattığı hikâyeler ise asıl edebiyattan sayılmaz, 'avam işi' olarak kabul edilir.
Tanzimat'la birlikte, Batı edebiyatının, bizdeki örneklerinden tamamen farklı bir anlayışla yazılmış tahkiyeli eserleriyle karşılaşan Osmanlı yazarları, aynı tarzı kendi kültürlerine taşıma gayreti içine girerler. Böyle bir gayrete rağmen Batı tarzında yazılmış ilk hikâye örneklerinden sayılan Aziz Efendi'nin Muhayyel at’ı (1868) tasavvufi ıstılahlar, rumuzlar ve telkinlerle doludur. Hemen arkasından gelen Emin Nihal’ın Müsamerem-name'si (1872) ise, hakiki vaka’lardan seçilmiş ibret verici on hikâye ihtiva ettiğine dair bir kayıtla çıkar. Tanzimat döneminin en çok yazan kalemi Ahmet Midhat Efendi, Kırk Anbar'ında (1873) hikâye yazmaktaki gayesinin bazı hikemi ve ahlakî esasları, ağlatmak ve güldürme suretiyle okuyanlara telkin etmek olduğunu söyler.
Örneklerini çoğaltarak görebileceğimiz gibi, batılı hikâye tarzını tercih ederek konu ve işleyiş bakımından uygulamaya çalışan ilk Osmanlı yazarları, hikâye anlayışı ve tasavvuru bakımından, Tanzimat'tan sonra da uzun bir süre geleneklere bağlı kalmışlar, kıssadan hisse çıkartmak, ders vermek, telkin etmek vazifelerini sürdürmüşlerdir. Esasen bu tutum bir yol ayrımında bulunan medeniyetin, kültür öncüleri sayılan yazarların üstlendiği 'hocalık' vasfına da son derece uygun düşmektedir. Medeniyet değiştirmek ortak noktasında buluşan ilk hikâye ve roman yazarlarımız, Osmanlılık, İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük, Turancılık ideolojileri doğrultusunda halkı aydınlatma ve bilinçlendirme faaliyetlerini bir ölçüde edebiyat üzerinden sürdürürler.
İkinci Meşrutiyet yıllarına gelindiğinde, özellikle Ömer Seyfettin ve Refik Halid, hikâye kavramına yeni bir boyut kazandırarak süssüz ve akıcı bir Türkçeyle halkın gündelik hayatını anlatan hikâyeler yazmaya başlarlar. Hemen arkasından gelen Mütareke döneminde Anadolu'ya geçen veya Milli Mücadele'yi İstanbul'dan destekleyen yazarlar ise siyasi ve sosyal gelişmelerin en yakın gözlemleridirler ve Cumhuriyetin de ilk yazarları olurlar. "Cumhuriyet dönemi edebiyatı başlangıçtan itibaren belirli bazı temalar etrafında dönmektedir. Bu temaların başında Anadolu'ya açılma ve Anadolu insanının hikâyesi yer alır. Bu edebiyatımız bakımından en önemli yeniliktir. İstanbul'dan seyredilen Anadolu ve meseleleri artık bizzat görülecek ve anlatılacaktır." (Enginün 2002:241) Milli mücadelenin kazanılması, yeni sistemin oturtulması, sosyal ve siyasi hayatın yeni nizamının yavaş yavaş belirmesinden sonra, insanın günlük yaşayışını ilgilendiren; ekonomik eşitsizlik, işçi-işveren ilişkisi, ahlakî çöküntü gibi bazı temel sorunlar da hikâyenin konusu olmaya başlar.
Modern hikâyenin edebiyat tarihimiz içindeki gelişimine bakıldığında, dünyayı ve çevreyi algılayış ve aksettiriş bakımından başından itibaren gerçekçi bir anlayışın var olduğu görülecektir. Kısaca özetlersek; Ömer Seyfettin'le birlikte müstakil bir edebi tür hüviyeti kazanan kısa hikâye, aynı zamanda bizzat yaşanılan hayattan çıkarılan gözlemlere, tecrübelere yaslanan bir gerçekçiliğe yönelmektedir. Tahkiyeli eserde, "realist terbiyeye uygun tarzda kurulan mekân-insan alakası, müşahededen ve yaşanmış olaydan kaynaklanan, itibari vaka zamanının soysa ve siyasi endişesiyle beklenmektedir." (Akkaş 1992:503–547)
Memduh Şevket Esendal dışında kalan hikâyecilerin benimsediği Maupassant tarzı ise, hikâyenin dil ve teknik açısından gelişmesine ve geniş kitlelerin bu ki, yerini "Memleket Edebiyatı"' anlayışına bırakır. Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarının duygu ve düşünceleri edebiyatı besler. Cumhuriyetin ilk yılları yeni bir arayışlar dönemidir. Gerçekçiliğin farklı boyutları ve algılama biçimleri ortaya çıkmaya başlar. 1928'den sonra kısa bir bocalama devri yaşanır. Yeni alfabenin kabulü ile değişen şartlar yüzünden verimsiz bir dönem geçirilir. Bu sırada dergilerde acıkıl aşk hikâyeleri ile küçük mizahi hikâyeler yayınlanmaktadır. Sad-ri Ertem ve Selahattin Enis gibi birkaç yazar bu ekolün dışında kalır.
1930'lara gelindiğinde Sadri Ertem, Selahattin Enis, Refik Ahmet Sevengil gibi yazarların toplandığı Vakit gazetesi çevresi, yeni gerçekçi Türk hikâyesinin yol açıcılığını yapmaya başlar.
Bir süre sonra sıradan insan hikâyelerinin vak'a hikâyelerinin yerini almaya başladığı görülür. Memduh Şevket Esendal, Sabahattin Ali ve Sait Faik hikâyemize yepyeni bir soluk ve bakış açısı getirirler.
1940'kırın ikinci yarısından sonra maziye ve ferdin iç dünyasına dönü temalarını, II. Dünya Savaşı'nın etkileri, demokratikleşme sürecinin izleri ve unutulan köy gerçeği takip eder. İhtilaller ve askeri müdahaleler ise 1970'ten sonra Türk hikâyesini etkilemeye başlar. İç ve dış göçler, parçalanmış aileler, gecekondu sorunu, kadın hakları, inanma arzusu, dine ve geleneğe dönüş, cinsellik ve nihayet insan tekinin kendi ben'i ile iç mücadelesi de son otuz yılın hikâyesinde farklı yönleri ile işlenen temalar olarak kendisine yer bulur.
Modern Türk hikâyesinde başlangıçtan itibaren önemini hiç yitirmeden var olan kuvvetli bir toplumsal eleştiri mekanizmasından söz etmek mümkündür. Devirlerin sosyal ve siyasi durumlarına göre, bu eleştiri zaman zaman süjjektifve ideolojik bakış açılarının edebiyata hâkim olmasını da getirmiştir. İyi eğitimli, geniş bir genel kültüre sahip, edebiyatın kendi sorunları üzerine düşünen çok sayıdaki yazarın yanı sıra siyasi görüşü doğrultusunda yazarak sürekli kendisini tekrar eden hikâyecilerin bolluğunu da edebiyatın gelişmesi aleyhinde bir durum olarak kayda geçirmek gerekir. Yukarıda ana hatları ile özetlenen temalar doğrultusunda oluşan Cumhuriyet devri hikâyesi, bakış açısı, anlatım teknikleri ve üslup olarak da incelemeyi ve tasnif edilmeyi hak eden bir çeşitlilik, renklilik arz etmektedir.
Bu çalışmada 1920 'li yıllardan itibaren eser yayımlayarak, Cumhuriyet dönemi Türk hikâyesini oluşturan isimlerle onların yazarlık serüvenlerini, genel özetlikleri bağlamında ele alınacaktır. Anlatımın işlevselliğini sağlamak açısından yapılan tasniflerde ise yazarların doğum tarihlerinden ziyade, ilk hikâye kitaplarını yayımladıkları ve dolayısıyla daha geniş bir okur grubunun karşısına çıktıkları yıllar esas kabul edilecektir.
(Ayşenur Külahlıoğlu İslam, Yeni Türk Edb. El Kitabı,Grafiker Yay. Atık. 2007)