AHMED HAŞİM
HAYATI
Kendi ifadesine göre babası tarafından Irak'ın maruf ailelerinden Alû-sîzadelelere, annesi tarafından Kâhyazadelere mensup olan Ahmet Haşim, 1885 yılında (Rumi 1301) Bağdat'ta doğdu. Eski Bağdat vilayetimizde mutasarrıflık etmiş olan babası, henüz on yaşlarındayken annesini kaybeden küçük Haşim'i İstanbul'a getirdi (1896). Çocuk, Türkçe bilmediği için bir yıl Numuneiterakki Mektebine devam etti ve 1897'de Mekteb-i Sultaniye -Galatasaray Lisesinin eski adı- girdi.
Hamdullah Suphi, Abdülhak Şinasi, İzzet Melih, Emin Bülent gibi sonraları edebiyat âleminde şöhret alacak olan mektep arkadaşları arasında tabiatın kendisine verdiği şiir istidadına müsait bir zemin bulan ve daha on altı yaşındayken ilk şiirini neşreden (1901) genç Haşini, Ahmet Hikmet gibi zamanına göre uyanık bir edebiyat hocasından ders aldıktan başka erken öğrendiği Fransızcasıyla Batı dünyasının büyük şairlerini doğrudan doğruya tanımak fırsatını da buldu.
1907'de Galatasaray'dan mezun olan Haşim, yarışma sınavını kazanarak Reji İdaresine memur oldu. Bir yandan da Hukuk Mektebine devam ettiyse de bitirmedi.
Reji İdaresindeki vazifesinden ayrılarak bir ara İzmir Sultanisine Fransızca öğretmeni tayin edilmişse de iki yıl sonra İstanbul'a dönmüş daha sonra da Maliye Nezaretinde mütercim olmuştur.
Edebî şöhreti de yavaş yavaş belirmeye başladığından o sıralarda kurulmuş olan Fecri ati edebî okuluna katıldı (1909). Birinci Dünya Savaşı'nda yedek subay olarak orduda görev aldı, 1919'da İaşe Müfettişliği ile Anadolu'da dolaştı. Mütarekeden sonra Düyun umumiye İdaresinde memur oldu, bir yandan da Güzel Sanatlar Akademisinde estetik hocalığı ediyordu. Yeni çıkmaya başlayan "Akşam" gazetesinde kuvvetli bir üslupla güzel fıkralar yazmaya başladı ve şiirlerinden çok bu keskin hicivli nesirleriyle daha geniş ölçüde tanındı.
1921'de edebiyat tarihimizde önemli bir mevkii olan "Dergâh" dergisini çıkaranlar arasındaydı. Bu dergide çıkan şiirleri, getirdikleri yenilik dolayısıyla edebiyat âlemimizin durgun havasında bir hareket uyandırmıştır. Göl Saatleri adlı şiir kitabı da "Dergâh" yayını olarak o sırada çıktı.
1924'te kısa bir Paris yolculuğu yaptı. Lozan Barış'ı gereğince Düyunı umumiye İdaresi tasfiye edilince Osmanlı Bankasına geçti. Güzel Sanatlar Akademisindeki hocalığına devam ettiği gibi Mülkiye Mektebine de Fransızca öğretmeni olmuştur.
Son şiirleriyle daha Mektebi sultani talebesi iken yazmaya başladığı ve "Resimli Kitap"ta çıkmış olan Şi'r-i Kamerleri bir araya getirerek Piyale adlı ikinci şiir kitabını 1926'da çıkardı; şiir telakkisini anlatmak için "Dergâh"ta neşretmiş olduğu uzun bir yazıyı da bir manifesto niteliğinde olarak kitabın başına geçirdi. Bu eser, 1928'de ikinci defa basıldı. Aynı yıl içinde Haşim, "İkdam "da çıkan fıkralardan bir kısmını Bize Göre adlı bir kitapta topladı; daha önce "Akşam" gazetesinde çıkan fıkralarından seçtiklerini de Gurabahâne-i Lâklâkan adını verdiği başka bir eserde yayınladı.
1932'de tedavi için gittiği Frankfurt yolculuğunun izlenimlerini de Frankfurt Seyahatnamesi başlığı ile bir kitapta bastırmıştır. Haşim'in hayatta iken çıkan eserleri bu beş küçük kitaptan ibarettir.
Haşim 'in son yılları karaciğer ve böbrek hastalıklarıyla pençeleşmekle geçti. Frankfurt'taki tedavi de harap olmuş ciğerini yerine getiremedi. Kendisine daha rahat bir iş sağlamak için Anadolu Demiryolları İdare Meclisi azalığı verilmiş, bu sayede Osmanlı Bankasındaki oldukça yorucu görevini bırakmak imkânını bulmuştu.
Ahmet Haşim, 1928'de çıkan Piyale'nin ikinci basılışından sonra pek az şiir yazdı. O tarihten sonra yazıp da kitabında bulunmayanlar birkaç tam veya noksan kıtadan ibarettir. Fakat bunlardaki mükemmellik, sanatının en olgun devresine o sıralarda erişmiş olduğunu gösterir. Haşim 'in duran, sönen ve gerileyen değil durmadan gelişip açılan bir zekâsı ve sanat zevki vardı. Onun için daha ellisine varmadan ölüşü (4 Haziran 1933) edebiyatımızı şiir ve nesir alanında muhakkak surette vereceği en güzel eserlerinden mahrum etmiştir. Mezarı Eyüp'tedir.
Hırçın ve kavgacı bir mizacı vardı. İçine kapanık bir insandı. Herkesle konuşmaktan hoşlanmaz ancak pek yakınlarına açılırdı; açıldığı zaman da nüktelerinin inceliğine ve keskinliğine, hoşlanmadığı insanları çekiştirmekteki şeytani zekâsına hayran olmamak kabil değildi.
Yahya Kemal gibi daha doğrusu neslinin başlıca şöhretleri gibi zekâsını yazıdan çok özel sohbetlerinde kullandı ve doğrusu çok yazık etti. Hayatında öyle kısırlık devreleri olmuştur ki üç dört yıl tek satır yazmamıştır.
Haşim, Irak'ın bizden ayrılması ve ailesinden sağ kalanların yabancı bir memleketin tebaası olmasıyla hayatta tek başına kaldığı gibi evlenmek için yaptığı bazı teşebbüsler başarısızlığa uğrayınca ömrünün sonuna kadar bekâr kaldı. Ölümünden birkaç gün önce hastalığında kendisine bakmış olan bayanı nikâhladı.
Göze batacak kadar çirkin bir adam olmamasına rağmen kendisini son derece çirkin bilir, daima bunun acısını çekerdi. Yakup Kadri, Ahmet Haşim isimli eserinde onu tasvir ederken der ki: "Kendisinin son derece çirkin bir adam olduğunu zannediyordu ve bu zan ona ilk gençlik çağından son gençlik demine kadar hayatı zehir eden tasalardan biri olmuştur. Bir gün demişti ki: Mon cher, dün gece bu suratımın hâli uykumu kaçırdı. Onu şöyle hayalimde bir tashih edeyim dedim. Mesela alnımı daha muntazam bir şekle soktum. Kafamı lepiska saçlarla örttüm. Yanağımdaki Halep çıbanını kaldırdım. Ağzımı ufalttım, çenemi incelttim. Gene bir şeye benzemedi. Anladım ki bu kafayı kökünden kesip atmaktan başka çare yok."
Yakup Kadri gene biraz ilerde der ki: "Haşim, ya çok zeki ya çok kuvvetli kimselerden de nefret ederdi. Hep aczi, talihsizliği, maddi ve manevi yoksulluğu temsil eden kimselerle düşüp kalkmasının ve hususi hayatını ancak bunlara açmasının sebebini ben ancak buna yorabiliyorum. Bundan başka Haşim, en samimi arkadaşlarını hep edebî ve fikrî muhitlerin dışından seçerdi." Bunun sebebini aristokrat bir menşeden gelmesinde aramak belki yersiz olmaz.
Hayatında çirkinliği kadar belki ondan çok kendisini üzmüş olan bir nokta da Araplığı yahut böyle sayılışıydı. Düşmanları, onun bu zaafını bildikleri için en küçük tartışmada bile derhâl Araplığını yüzüne vurmak fırsatı m kaçırmazlar, böylece onu can evinden vururlardı.
Haşim çok okuyan, sanat kültürü çok kuvvetli bir şair miydi? Kendisini yakından tanıyanların bize bu hususta verdikleri bilgiler birbirini tutmuyor. Halit Ziya'ya göre (Kırık Yıl) zamanının yazarları arasında eşine az rastlanacak kadar bilgili ve devrini takip eden bir şairdi. Yakup Kadri ise İzmir'de beraber kaldıkları bir yıl içinde Haşim'in ne bir şiir yazdığını ne de tek bir şiir okuduğunu görmediğini söyler. Hakikat, bu iki kutbun ortasında olsa gerek. Haşim, zamanının fikir ve sanat hayatını çok yakından takip eden bir insan olmamakla beraber kuvvetli zekâsı ve iyi hazmetme kabiliyeti sayesinde kendisini pek yakından tanımayanlar üzerinde bir kitap kurdu hissini uyandıracak kadar bilgi ve zevk sahibiydi.
ŞİİRİ
Haşim, yukarıda da söylediğimiz gibi şiire çok erken başladı; fakat edebiyatımızın devrim öncesi dönemine yetişmiş şairlerin çoğu gibi yolunu bulmakta hayli gecikti. Mektebi sultani öğrencisi iken dergilerde çıkan ilk şiirlerinde Fikret'in ve Cenap 'ın kuvvetli etkisi altındadır. Bu şiirlerde yer yer geleceğin büyük şairini haber veren soluk parıltılara rastlansa bile Şi'r-i Kamerler de dâhil olduğu hâlde bu şiirler, sonradan yazdıkları imdada yetişmeseydi dikkati fazlaca çekemeden unutulup gitmeye mahkûm kalacaktı.
"Dergâh" çıktığı zaman Haşim 37yaşındaydı. O tarihle ölümü arasında geçen yıllar, hayatının en yaratıcı dönemi oldu. Gerçi bu yıllar içinde yazıp bize bıraktığı bir avuç kısacık şiirden ibarettir. Ama bu kısa şiirler, edebiyatımızda henüz eşine rastlanmamış yepyeni bir duyarlılıkla dolu, kişiliğinin damgasını taşıyan mükemmel örneklerdi. Nesirleri de aşağı yukarı bu tarihte başlar.
Fikret'in belli etkisi altında şiir söylemeye koyulan Haşim, kişiliğini bulduğu zaman onun tarzından nefret etmeye başladı. Bu, söylev verir gibi haykıran, bir şeyler iddia ve ispat etmeye çalışan, mantık yürüten, dertler teşhir eden, bendesi bir açıklığa erişmiş, konuşmalı manzumeler onu yoruyordu. O, "Belagate nerede rastlarsan boğazına sarıl." diyen Verlaine (Verlen) gibi düşünüyor, hayali Verlaine'deki vuzuhu bile fazla bulacak kadar sisli, puslu, fantastik âlemlerin renk ve ışık cümbüşü içinde yüzüyordu. Yakın zamanın büyük Fransız şairlerini izlemişti. Vuzuhu sevmediği için klasiklerden hoşlanmazdı, ruhu heyecan fırtınalarına kapalı olduğu için romantiklerin iklimine giremezdi. Plastik sanatlarda usta bir eleştirmen olan Baudelaire (Bodler)'in muhayyel ülkeler çizerek boyamakta eriştiği kudrete hayran olsa bile onun yırtıcı ihtiraslar içinde kıvranan sapık zevklerine yabancıydı. Şiirin kelimelerle ayrı bir musiki yaratmak sanatı olduğunda Abbe Bremond (Abbe Bremond)'un kanaatini paylaşmakla beraber manadan kaçma gayretinde Mallarme (Malarme)'yi fazla aşırı buluyor, Rimbaud (Rimbo)'nun ihtimal yeteri kadar zevkine varamıyor, değerce onlardan hayli aşağı bir şair olan Regnier (Reniyye)'yi hepsinden çok seviyor ve beğeniyordu.
"Şiiri tarih, felsefe, nutuk, belagat gibi bir sürü söz sanatlarıyla" karıştıranlara kızar, şiirin içindeki sözlerin gündelik ihtiyacımız için kullandığımız kelimelerden bambaşka bir nitelik taşıdığına, apayrı manalar alarak ruhumuza yepyeni âlemlerin kapılarını açtığına inanırdı. Onun kana-atince şairin dili, "nesir" gibi anlaşılmak için değil fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın, mutavassıt bir lisandır."
Bu kanaatin gerçeğin ta kendisi olduğunu kabul edecek olsak mesela Ziya Paşa'yı mesela Namık Kemal'i, Tevfik Fikret'i şairler arasında saymamamız gerekecektir. Rahip Bremond'la Haşim'in kanaatinde büyük bir gerçek payı olmakla beraber şiirin yalnız bu telakki ile meydana getirilmiş yazılara verilecek bir ad olduğunu ileri sürmek hata olur. Şiirde belagatçiler nasıl bir kutup teşkil ediyorlarsa saf şiirciler de onun tepkisiyle meydana gelmiş bir başka kutbun adamlarıdırlar. Her iki tarzda da güzel şiir meydana getirebileceğine, örnekleri de gözümüzün önünde bulunduğuna göre sırf şairin mizacıyla ilgili olan bu ezelî kavgalarda hangi tarafın haklı olduğunu araştırmak gereğini duymayacağız. Sadece bu yeni şiir anlayışının dilimize Haşim gibi eşsiz bir sanatçı yoluyla gerçekten çok güzel eserleri getirişinin bir kazanç olduğunu söylemekle yetineceğiz.
Haşim, olgunluk döneminde hayli gelişmiş ve kendini kabul ettirmiş olan Millî Edebiyat hareketine uymadı, hece vezninin artık saltanatını iyice kurduğu yıllarda bile aruzdan ayrılmadı, heceyle tek şiir yazmadı. Dilimizin özleşme hareketini de çok geriden takip etti, ama etti. Son yazılarında artık o ilk şiir denemelerindeki ağdalı ifadeden eser kalmamış gibidir. Bu sadeleşme hareketinin seyri nesirlerinde daha kolaylıkla görülebilir.
Yakup Kadri yukarıda sözü geçen eserinde der ki : "Ahmet Haşim'de mutlaka bizim bildiğimiz beş duyudan en az bir iki tane fazlası vardı. Çünkü gözleri biz manzarada bizim görmediğimiz şeyleri görüyordu. Çünkü burnu bir çiçekten bizim alamadığımız kokuları alıyordu. Çünkü kulakları bizim cansız ve sessiz sandığımız şeylerden ses alıp dinlemesini biliyordu. Onun içindir ki şiirlerinde kuşların hayallere daldığını, leyleklerin düşündüğünü ve batmakta olan güneşin bir kesik baş gibi kanadığını görürsünüz."
Gerçekten de bir şiirinde itiraf ettiği gibi o, hayatın şekillerini hayal havuzunun sularında seyretmiştir. Onun için şiirlerinde gözümüzün önüne serdiği dünya, bildiğimiz dünyadan bambaşka bir şeydir. Günün hayale en müsait sabah, akşam veya mehtaplı anlarında göller, kuğular, leylekler, güller, bülbüller, ahularla dolu, her an renk değiştiren ama daha çok kan renginde ısrar eden bir ufuk dekoru içinde bir Binbir Gece Masalı âlemidir. Hayal iklimlerine doğru bu havalanışta büyüyü bozarak bizi yeniden fanilerin dünyasına düşürecek herhangi bir gerçek izine rastlamayacağımızdan emin, kendimizi rahatça bu tatlı büyü âlemine kapıp koyuverebiliriz. Batan güneş, doğan ay, dal, çiçek, mücevher tabiatın bize bahşettiği güzelliklerin renk ve ses cümbüşü içinde yüzerken nedendir bilinmez sebepsiz bir gam boğazımızdan bizi sımsıkı yakalamıştır. Şiirin dekorunu teşkil eden bütün bu harikalı güzellikler içinde Haşim, mutluluğu dile getirmiş değildir. "Melali anlamayan nesle aşina değiliz." demişti. Bu melal devrinin birçok şairleri gibi sırf şiirin vazgeçilmez bir unsuru saydığı için değil ta çocukluğundan beri ruhuna çöreklenip oturmuş olduğu için şiirine girmiştir.
Konuşurken sevmediklerini yermek için bulduğu nüktelerin kuvvetinden duyduğu hazla attığı kahkahalara bakmayın; Haşim ölünceye kadar bu melali içinden söküp atamamış, en yakınlarının arasında bile -hem acaba yakınları olmuş mudur- hep bir yabancı olarak kalmıştır.
Haşim şiirinde anlama değer vermemekte haklıydı. Çünkü o şiirlerinde bulduğumuz şey yalnız anlamdan ibaret olsaydı onlardan edineceğimiz izlenim pek zavallı kalmaya mahkûmdu. Çünkü Haşim bize pek az değişiklikle hep aynı şeyleri hem de aynı kelimelerle söylemiştir. Mefhumlarının darlığını, her birine üç, dilden (Türkçe, Arapça, Farsça) üç ayrı karşılık kullanarak telafiye çalışmıştır: gece, leyi, şeb; akşam, şam, mesa; ay, mah, kamer; su, ab, miyah; altın, zehep, zer. Bu üç karşılığın aynı şiirde yan yana geldiği de olur. Beş on kelimelik küçücük bir şiiriyle bizi hiç bilmediğimiz yepyeni âlemlere götürmek için hayal havuzunun sularına ağlarını atan Haşim, birer nağme hâlindeki kelimelerini avlarken üç dilin geniş imkânlarından faydalanmak hürriyeti onun için bulunmaz bir fırsattı. Ömrünün sonlarına doğru bu hürriyetin gitgide daraldığını görecek fakat yılmadan Türkçenin yalnız kendi imkânlarıyla da güzel hem de eskilerinden güzel şiirler yazılabileceğini bize ispat edecektir.
"Şiirde her şeyden evvel önemli olan kelimenin manası değil cümledeki telaffuz kıymetidir." derken Batı âleminde yeni ortaya atılmış bir estetik nazariyesinin körü körüne taklitçiliğini yapıyor değildir. Bu nazariyeyi kendi sanat görüşüne, kendi mizacına tamamıyla uyduğu için benimsemiştir. Öyle olmasaydı bu nazariyenin tatbikatını meydana getiren şiirlerinde bir taklit, bir yapmacık havası sırıtırdı. Hâlbuki siz, o şiirleri okurken hissedersiniz ki bunlar bir nazariyeden doğmamış tam tersine nazariye sonradan bunları açıklamak ve savunmak isteğinin sonucu olarak imdada yetişmiştir.
Haşim, kelimelerin eşsiz bir bestecisi olduğu kadar yine kelimelerle bir masal dünyasına ait nefis peyzajlar çizmesini bilen bir ressamdır da. Onun şiirindeki büyülü hava, işte bu musiki ile resmin el ele verişinden meydana gelir. Şiir, musiki değildir veya şiir, resim sanatının alanına el uzatmamalıdır, diyenler haklı olsalar da Haşim 'in bu iki yoldan yararlanarak meydana getirdiği nazım parçalarının şiir hem de halis şiir olduğunu itiraf etmek zorunda kalırlar.
Göl Saatleri 'nin ilk sayfalarında dokuz tane "kıta " vardır. Nazmın türlü şekillerini ve özellikle uzun şiirlere daha elverişli olan -aruz içinde serbest nazım diyebileceğimiz- serbest müstezat tarzını bolca denedikten sonra son yıllarında yine kıtaya döndü; ömrü vefa etseydi en başarılı eserlerini meydana getirdiği bu şekil üzerinde ısrar etmek niyetindeydi. Ne yazık ki hazırlamayı düşündüğü yalnız kıtalardan kurulu şiir kitabının bize ancak birkaç sayfasını bırakarak aramızdan ayrıldı.
Şiirlerinin dil, kafiye ve vezin hatalarıyla dolu olduğu çok ileri sürülmüşse de doğru değildir. Titiz bir sanatçı olan Haşim 'in şiirlerinde rastlanan bir iki ifade sakatlığını dil bilgisinin zayıflığına yormak insafsızlık olur. Kafiyelerindeki aksamalara gelince mukayyet kafiyenin aşırı bir bollukla kullanıldığı devirde göz kafiyelerini bile bile kullanmakla şekil esaretine karşı isyan eden yeni şiir telakkisine doğru ilk adımı atmış olduğu söylenebilir.
NESRİ
Ahmet Haşim'in nesir yazıları, daha çok gazetelerde çıkmış kısa fıkralardan mürekkeptir. Hatta Paris ve Frankfurt yolculuklarının izlenimlerini tespit eden yazıları da gene fıkralar hâlinde kaleme alınmıştır. "Dergâh" dergisinde çıktıktan sonra Piyale'sinin başına aldığı ve sanat görüşünü etraflı bir şekilde açıklayan Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar 'la Gurabahâne-i Lâklâkan adıyla nefis nesri bunların dışında kalır.
"Akşam" gazetesiyle "Dergâh" mecmuasında çıkmış olan makale ve fıkralarını Gurabahâne-i Lâklâkan ismiyle 1928'de kitap hâlinde toplamıştır. Sonradan "İkdam" gazetesinde Bize Göre genel başlığı altında yazdığı fıkralarla Paris yolculuğu intibalarını da Bize Göre adını taşıyan bu kitapta yine 1928 yılı içinde yayınladı. 1932'de tedavi maksadıyla Frankfurt'a yaptığı seyahati dolayısıyla yazdığı fıkraları da Frankfurt Seyahatnamesi başlığı altında 1933'te bastırdı.
Ahmet Haşim'in nesirlerinde şiirlerinin tersine olarak belirli nitelik açıklıktır. Düşünceyi mantık ve zekânın imbiğinden süzerek bütün tortusundan ayıklayan üslup özeni, yoğunlaştırılmış düşüncenin mükemmel örneklerini meydana getirmiştir. Nesrindeki şiiriyle yine çelişki hâlinde olan ikinci belirli özellik de fikir taşımasıdır. Sadece süslü cümleler meydana getirmek sadece birtakım müphem duyguları, hayal oyunlarını anlatmak için nesre başvurmazdı. Düşüncesinin en göze çarpan karakteri de eleştiri hatta saldırılı oluşudur. O yazıların hayattan memnun, her şeyi tozpembe gören iyimser bir insanın kaleminden çıkmış olmadığı ilk bakışta görülür. Kelimeleri birer hançer gibi sivrilten hicvi, ruhunun bütün acılığını çok kere bir öfke köpürüşü hâlinde dışarı vurur; gene çok kere bu eleştirilerinde mübalağalı olsa bile haksız olmadığını itiraf etmek zorunda kalırız. Her şeyi kusursuz bir mükemmellik içinde görmek isteyen ruhu, etrafındaki sakatlıklardan, çirkinliklerden, bayağılıklardan incinir, buluttan nem kapan ayrı bir duyarlıkla bütün düzensizliklerden rahatsız olurdu.
Ruhundaki bu derin huzursuzluğa mükemmel bir teşhis koymuş olan Yakup Kadri der ki: "... Bu iptidai, bu hayalî, bu karışık, dağınık ve muğlâk insandan daima uyanık, daima harekette, kesin ve merhametsiz bir zekânın parıltıları hiç eksik olmuyordu. O, kendisini her dakika bunun aydınlığında görüyordu. Bütün kusurları, bütün acayiplikleri, bütün ayıpları ve meziyetleriyle görüyordu. Bu zekâ, rahatsızlık veren ve çiğ bir projektör ışığı gibi onu bir dakika rahat bırakmıyor; içerken, yerken, severken, güler ve ağlarken hatta belki uyurken bile bir an için sönmesini bilmiyordu. Hep parıl parıl yanıyordu ve Haşim bunun ortasında daima örtünmeye, saklanmaya çabalayan çırılçıplak bir adamı andırıyordu."
"Onun için bu ışıktan kurtulmanın yegâne çaresi bu projektörü ara sıra başkalarının üstüne çevirmekten ibaretti. Haşim ise bu hususta elinden geleni arkasında bırakmazdı. O vakit, eyvah bu müthiş röntgen şuasına maruz kalanlara! Zira, Haşim'in meraklı gözleri gizli bir köşeden, sadık bir dikkatle onları tetkik etmektedir. Nerede ise hiçbirinin haberdar olmadığı illetleri onların yüzüne vuracaktır. Kiminde bir kanser tümörü, kiminde bir verem oyuğu, kiminde bir cüzzam lekesi keşfedecektir. Hasta olan, kusurlu olan hilkat garibesi yalnız kendisi mi? Yok canım işte etrafta genç, dinç, güzel ve mesut görünen nice insanlar var ki derilerinin altında, etlerinin içinde, ruhlarının derinliklerinde türlü türlü sefaletler saklı duruyor. Şu, yolunda can vermeye hazırlandığımız sülün boylu genç kadın, mantosunun altında bir kambur taşıyor. Şu gülen delikanlının dişleri takmadır. Hani dünyaya meydan okuyan şu pehlivan yapılı adam yok mu? Onun bir cılız saldırgan karşısında bir fare gibi kaçtığını Haşim görmüştür."
"Haşim, o lanetleme zekâsının parıltısında daha neler görmemiştir ki... Hakikat; çirkin, korkunç, iğrenç hakikat altındaki çamur, ellerindeki kanla tepeden tırnağa kadar 'hayatın şekillerini' giydirip süslemesini bilen bu sanatkârın önünde soyunmuştur." (Ahmet Haşim)
Bununla beraber Haşim'in ilgi ve görüş alanı hayli dardır. İnsan sevgisi ve acıma duygusu kuvvetli olmadığı için toplum sorunları onu pek ilgilendirmemiştir. Yazılarında devrinin iktisadi veya siyasi akımlarına pek az değinmiş, memleketinin dertleriyle dertlenme gereğini duymamıştır.
Niğde'den 3 Eylül 1917 tarihiyle Manisa Mebusu Refik Şevket (İnce) Bey'e yazdığı mektupta Anadolu köylerinin Umumi Harp'in korkunç sefaleti içindeki durumunu acı bir tablo hâlinde çizer. Ancak fark edersiniz ki bu sefalet manzarası onun içinde insanlık duygusunu isyan ettirecek yerde sadece estetik duygusunu incitmiştir. Onu bu kayıtsızlığından dolayı itham edenler Millî Savaş ve ondan sonraki devrim hareketleri karşısında ilgisizliğini büyük bir ayıp gibi yüzüne vuranlar olmuştur. Sanatçıyı mutlaka toplum davalarının hizmetinde görmek isteyen kanının sanat hürriyetini daralttığını göz önünde tutarak bu ithamlara katılamayacağız. Toplum ilgisi, bir mizaç işidir. İçtimai ve toplum sorunlarına ömürlerinde ilgi duymamış insanlar her toplumda büyük çoğunluğu teşkil ederler. Bu çoğunluk arasında sanatçıların da bulunabileceğini düşünmek ve onları oldukları gibi kabul etmek zorundayız. Haşim, büyük bir sanatçıydı. Dilimize, duygu ve düşünce âlemimize unutulmaz hizmetleri geçmiştir. İlerinin ve doğrunun savunmasını üzerine almamışsa gerinin ve eğrinin safında da olmamıştır. Halis bir sanat adamı olarak kalmış, bize sanat değeri gün geçtikçe daha iyi anlaşılacak canlı eserler bırakmıştır.
ESERLERİ:
- Göl Saatleri (Şiirler), İstanbul, Dergâh Mecmuası Yayını, 1337, 63 s.
- Piyale (Şiirler), Birinci Basılış: İstanbul İlhami-Fevzi Matbaası, 1926, 52 s.; İkinci Basılış: İstanbul, A. Halit ve İkbal Kitabevi, 1928, 63 s.
- Gurabahâne-i Lâklâkan (Nesirler), İstanbul, İlhami-Fevzi Matbaası, 1928,138 s.
- Bize Göre (Nesirler), İstanbul, Kâğıtçılık ve Matbaacılık Şirketi, 1928, 82 s.
- Frankfurt Seyahatnamesi (Nesirler), İstanbul, Semih Lütfi Kitabevi, 1933, 72 s.
Yaşar Nabi Nayır
Ahmet Haşim Hayatı, Sanatı, Eserleri