Tarih de dil ve edebiyat gibi bir milletin "bütün fertlerinin bilmesi, benimsemesi, koruması ve geliştirmesi gereken" kültür hazinelerinden biridir. Zira tarih, bir milletin hemen hemen bütün varlığına eşittir. Tarih, milletin geçmişteki varlığı, onun mirası, bugüne kalan hâtırasıdır. Dil, edebiyat ve umumiyetle kültür kavramına giren bir şey, tarih boyunca gelişmiş bize tarihten miras kalmıştır. Etrafımıza bakınca, ecdadımızdan, yani tarihten kalma, göz kamaştırıcı bin bir şey görürüz. O ufukları süsleyen camiler, yıkılmış da olsa, harabesi bile ebedî bir güzellikle parlayan çeşmeler, sebiller, türbeler, köprüler, müzeleri dolduran eşyalar, kitaplıkları dolduran kitaplar, minyatürler, hep tarihten /çalmış tır. Türk milletinin bugün üzerinde yaşadığı toprak yüzyıllarca onu vatan yapmak için şehit olan, onu koruyan, işleyen atalarımızın, yani tarihindir. Bugün bu topraklarda yaşayan Türk milletinin kendisi nereden çıkmıştır? Türk milleti, bu toprakları fetheden, onun için savaşan, uykusuz kalan, ölen milyonlarca kahramanın torunudur. Millet biyolojik ve kültürel varlığı ile toptan tarihin malıdır.
Böyle bir varlık bilinmeye, korunmaya ve geliştirilmeye değmez mi?
Tarih denilince iki şey anlaşılır. Bunlardan biri "yaşanılan", ötekisi ise "yazılan" tarihtir. "Yazılan tarih", "yaşanılan tarih'in binde biri bile değildir. Biz "yaşanılan tarih" veya geçmiş hakkında ancak o devirlerden kalma vesikalar, kitaplar veya eşya vasıtasıyla bilgi ediniriz. Eğer "yaşanılan tarih"den bir hâtıra veya bir iz kalmamışsa, o bizim için âdeta yok gibidir. Şüphesiz "yaşanılan" her hâdise, milletin bütününe veya bir kısmına az veya çok tesir eder. Fakat biz o tesiri, ondan kalan deliller, işaretler vasıtasıyla bilebiliriz.
Vesika olmadığı için günümüzde bize garip gelen bazı vakıalar vardır. Bugün Romanya'da yaşayan Gagauz Türklerinin dilleri Türkçe, dinleri Hıristiyanlıktır. Keza Polonya'da dilleri Türkçe, dinleri Musevilik olan Karayimler mevcuttur. Karayimlerin VITX. asırda büyük bir devlet kuran Hazarlardan arta k,aldığı söyleniyor. Geçen yıllarda Arthur Koestler adlı bir yazar, Avrupalı Yahudilerin de Hazarlardan kalma olduğunu ileri sürdü.
Batılı âlimlerin yaptıkları araştırmalara göre, Türklerin mazisi milâttan önce binlerce yıl öteye gitmektedir. Fakat şimdilik bu devirden kalma Türkçe yazılı vesikalar ele geçmediği için, başka kaynaklardan edinilen bilgilerle yetinmek durumundayız.
Bugün Türkler dünyanın dört bir tarafına dağılmışlardır. Mısır'dan Sibirya'ya, Macaristan'dan Çin'e kadar Türkçe konuşan insanlara rastlıyoruz. Bunların sayısı bazı yerlerde yüz binleri hattâ milyonları buluyor. Dillerinde mevcut bazı kelimelere, dokumalarındaki nakışlara bakarak birtakım Amerikan yerlilerinin bile, aslen Türk olduktan veya Türklerin tesiri altında kaldıkları söyleniyor. Türklerden çoğunun bugün bulunduktan yere nereden, ne zaman, nasıl geldiklerini ve asırlardan beri buralarda nasıl yaşadıklarını bütün teferruatı ile öğrenmek mecburiyetindeyiz.
Anadolu'ya gelen Türklerin tarihi hakkında ise daha geniş bilgiye sahibiz. Fakat Anadolu Türklerine dair bilinenler de eksiktir. Çünkü arşivlerde bulunan milyonlarca vesika, kütüphane raflarında uyuyan binlerce yazma kitap henüz okunmamış, incelenmemiştir. Bunları incelemeden Türk tarihi hakkında nasıl kesin şeyler söyleyebiliriz?
Milletler yaşadıktan tarihe göre değişir, gelişir, bozulur veya yıkılır. Fakat bunlar hakkında ancak vesikalarla bilgi edinilir. Bir millet kendi tarihini bilmezse, içinde bulunduğu durumu da anlayamaz. Zira bulunduğu duruma tarihi bir "oluşum" neticesinde gelmiştir.
Tabiatta, cemiyette ve insan hayatında her şey bir oluşum içinde vücut buluyor. Her hâdisenin bir başlangıcı, gelişme merhaleleri, şimdiki durumu ve geleceği vardır. O hâdise ancak "gelişim" veya "oluşum" içinde ele alındığı takdirde anlaşılabilir veya değerlendirilebilir. Tarih, konusu ne olursa olsun, bir hâdisenin "gelişim" veya "oluşum'unu bilmek demektir.
Milletler ancak tarihlerini bilmek suretiyle "milli şuur"a sahip olurlar. Bir millete mensup olmak onu bilmek demek değildir. Şairin dediği gibi:
O mâhiler ki derya içredir deryayı bilmezler.
"Milli şuur" adı üstünde "şuur" demektir. Şuur ise bilmek, farkına varmak mânâsına gelir. Milletinin tarihini bilmeyen, kelimenin gerçek
mânâsı ile "millî şuur"a da sahip olamaz.
Milletlerin tarihî tecrübeleri, uzviyette olduğu gibi irsiyet veya tohum vasıtasıyla nesilden nesle geçmez. Tarih hakkında bilgi, kültür yani öğrenme yoluyla elde edilir. Bir millet, çocuklarına tarihini öğretmezse, onlar kendiliklerinden bu bilgiyi edinemezler. Hattâ buna ihtiyaç bile duymayabilirler. Milletlerinin tarihini bilmeyen nesiller, içlerinde milletlerine karşı canlı bir ilgi ve sorumluluk duygusu da hissetmezler. Böylelerinin yabancı tesirlere kapılması ve yabancılara köle olması çok kolaydır.
Tarih bilgisi, fertle millet arasında derin bağlantılar kurar. Fert, milletin, millet tarihin içinde yer alır ve mânâ kazanır. Ferdî benliği sosyal benlikten ayırmağa imkân yoktur. Bundan dolayı fertler de hayatlarının mânâsını milletlerinin tarihi içinde bulurlar.
Tarih kültürü genel kültürün vazgeçilmez bir parçasıdır. Tarih duygusuna sahip olmayan bir insanda eksik bir şey vardır. O, kendisi ile tarih ve millet arasında bağlar kurmak suretiyle bütüne ve bütünlüğe ulaşır.
Daha önce de belirtildiği gibi biz "yaşanılan tarihi ancak "yazılan tarih" vasıtasıyla bilebiliriz. Yazılan tarih ise, eskiden kalma vesikalara, kitaplara ve eşyalara dayanır. Eskiden kalma her şey, "yaşanılan hayat" hakkında bize bir bilgi verir. Eğer Oğuz Kağanın çadırı veya kılıcı bugüne kalmış olsaydı, o, müzelerde başköşeyi işgal ederdi. Sadece büyük hükümdarların değil, basit vatandaşların eskiden kalma eşyaları da değerlidir. Arkeologlar, insanlığın geçmişini, günlük hayatta kullanılan alelade kap kaçağa göre tayin etmiyorlar mı?
Atalarımızdan kalma her şey, bir yerlerde saklanmalıdır. Bunları en iyi saklama yeri, devletin koruduğu müzeler veya kütüphanelerdir. Fakat bunlar, gelenek şuuruna sahip ailelerde de muhafaza olunabilir. Tarih, devir veya şahıs hakkında bilgisi olmayan bir kimse, eline geçen tarihi bir şeyin değer veya mânâsını bilmeyebilir. Böyle birisinin yapacağı, onu bilene göstermektir. Vatandaşlar tarih hakkındaki bilgiyi bu nevi buluşlarıyla zenginleştirebilirler. Bugün Türk kültür tarihi bakımından eşsiz bir kaynak teşkil eden Divanü Lgati't-Türk, Ali Emiri adında eski kitaplara meraklı bir Türk tarafından satın alınmış ve millete mal edilmiştir.
Okullarda çocuklarımıza Türk tarihini okuturken, onlara eskiden kalma yazılı vesika ve eşyanın taşıması muhtemel değer ve mânâsını da iyice anlatırsak, dikkatlerini böyle kaynaklara çevirmiş ve yardımlarını sağlamış oluruz.
Tarih, sadece bilgi edinilen, okunan ve korunan bir şey değil, aynı zamanda yeni vesikalarla geliştirilen herkesin katkıda bulunabileceği bir "millî hazine"dir. Çocuklarımızda öyle bir tarih duygusu uyandırmalıyız ki, onlar çevrelerinde gördükleri her şeyin tarihini merak etsinler ve eskiden kalma bir vesika veya eşya bulurlarsa, bunu saklasınlar ve bilen birisine göstersinler.
Atalarımız eskiden nasıl yaşıyorlardı? Biz buraya nereden geldik? İçinde yaşadığımız ülke, il, ilçe, köy veya binanın tarihi nedir? Bunları kimler yapmış, elde etmiş veya değiştirmiştir? Var olan şeyler nasıl bu hale gelmişlerdir? Bu nevi sorularla çocuklarda tarihe karşı büyük bir ilgi uyandırabiliriz.
"Yazılan tarih"in gayesi, "yaşanılan tarih'i her yönüyle bilmektir. Yazılı olan tarihlerden hiç birisi, henüz bu gayeye ulaşmamıştır. Buna göre "yazılan tarih'i, "yaşanılan tarih'i her yönüyle kucaklayacak hâle getirinceye kadar, durmadan çalışmak lâzımdır. Bu da yeni yeni vesikaların bulunması, okunması, basılması, yorumlanması ile olur. Tarih, bu mânâda durmadan geliştirilen bir bilgi sahasıdır.
Tarihî duyguyu geliştirmenin başka bir yolu da onu sanat eserlerine konu yaparak işlemektir. Dünyanın büyük yazarları tarihî konulan işleyerek şaheserler vücuda getirmişlerdir. Bizde de tarihî piyesler, romanlar, şiirler yazanlar vardır. Fakat Türk milletinin hayatı demek olan Türk tarihi henüz her yönü ile sanat eserlerinde güzel bir şekilde ifade olunmamıştır. Millî tarih şuurunu uyandırmada sanat eserlerinin büyük rolü vardır. Tarihten şiire gidildiği gibi, şiirden de tarihe gidilebilir. Yahya Kemal'in şiirleri bizi Osmanlı tarihine götürecek en güzel kılavuzdur.
Fikir adamları ile sanatkârlar, tarihî hâdiselerin mânâsını keşifte tarihçilere de faydalı olabilirler. Tarihçiler, hakikate bağlı kalmak için, vesikaların dar sınırlarını aşamazlar. Hâlbuki vesikalar ağaçların kabuklan gibi çok defa "yaşanılan hayat'ın sathını verirler. O kabuğun içindeki özü, yani mânâyı bulmak için, biraz filozof ve sanatkâr olmak lâzımdır. Tarih nazariyeleri ve felsefeleri Avrupalı tarihçilere tarihi hadiseleri yorumlamada büyük yardımda bulunmuştur. Türk tarihinde yeni ufuklar açan Fuad Köprülü ile Ömer Lütfi Barkan, basanlarını vesikalardan çok, felsefi ve sosyal kültürlerine borçludurlar. Yeni bir tarih felsefesi veya nazariyesi, hâdiseleri bile yeni bir ışık içinde gösterir. Bundan dolayı, Türk tarihine bakış tarzının gelişmesi için, vesikaların yanı sıra, tarihimizi aydınlatma açısından tarih nazariyelerine, hattâ sanat eserlerine başvurmanın faydalı olacağını sanıyorum. Felsefe, sosyoloji, psikoloji, sanat kültürü hiç ehemmiyet verilmeyen vesikalara, tarihi aydınlatıcı bir mânâ kazandırabilir.
Mehmet KAPLAN