Ahmet Yesevî, XI. Yüzyılın sonlarında, Batı Türkistan'da, Sayram kasabasında doğmuştur. Doğduğu yıl kesin olarak bilinmiyor. İbrahim adlı bir şeyhin oğludur. Yedi yaşında iken babası ölmüş; ablası ile birlikte Yesi şehrine giderek orada yerleşmiştir. İlköğrenimini orada bitirmiş; okumasını ilerletmek için Buhara'ya gitmiştir. O sıralarda, Selçuklulara bağlı olarak Karahanlılar'ın yönetiminde bulunan Buhara, tâ Samanoğulları Devri'nde başlayarak, ünlü medrese ve kitaplıklarıyla, o çağlarda İslâm ekincinin en önemli merkezlerinden biri idi. Orada, o devrin en tanınmış bilgin ve safîlerinden Şeyh Yusuf Hemedanî (1049-1140)ye kapılanmış, şeyhin gözüne girerek onun üçüncü halifesi (vekili) olmuş, şeyhin ölümümden yirmi yıl sonra, Buhara'da onun yerine geçmiş (1160), fakat kısa bir süre sonra Yesi'ye dönerek orada yerleşmiştir. Hayatının çocukluk ve ilk gençlik dönemi gibi ihtiyarlık dönemi de bu şehirde geçtiği için Yesevî (Yeşili) diye anılmıştır. Zaten kuvvetli bir tasavvuf havası bulunan bu şehirde "Yesevîlik Tarikatı'ni kurmuş, tekkesinin aracılığıyla, tarikatını Seyhun yöresinde ve Seyhun ötesindeki göçebe Türkler arasında yaymağa başlamıştır. Bu köylü ya da göçebe halkın anlayabileceği dille ve onların alışık olduğu ölçek ve nazım biçimiyle söylediği tasavvuf konulu şiirler, Yesevîlik'in geniş alanlara yayılmasını kolaylaştırmıştır. Bu şiirlere, başka şiirlerden ayırt edilmesi için, Hikmet (bilgece söz) adı verilmiştir. İslâmlığın yasak ettiği suç ve günahları işlememe temeline dayanan Yesevîlik, içinde geliştiği çevrenin koşullarına uyarak, tasavvuf ve İslâmlığı göçebe halkın Şamanlık, Budizm v.b. gibi eski inançları ve yerli gelenekleriyle birleştirmiş; böylece, bir dinden öbürüne geçerken doğan toplumsal bunalımı önlemiştir. Göçebelik hayatından koşulları gereğince, Türkler'de kadınla erkek bir arada yaşardı; İslâmlığın bunu yasak eden kurallarına karşılık, Yesevîlik "ayin"lerinde (dinsel törenlerinde) kadınla erkeğin bir arada bulunması, âyinlerde yapılan "zikir"in biçimde Şamanlık izlerini görülmesi, sığır kurban etme geleneğini sürdürülmesi v.b. bunun belirtileridir.
İlkin Seyhun yöresinde, Doğu-Türkistan'da yerleşen Yesevîlik, daha sonra Hârezm, Kıpçak (Altınordu), Azerbaycan, Anadolu bölgelerine; ayrıca, Horasan, Afgan, Iran Türkler'i arasana da yayılmış; Mâverâünnehir'de "Nakşibendîlik", XIII. Yüzyılda Horasan'da " Haydariyye", Anadolu'da "Babaî" (Babalı) ve "Bektaşi" tarikatlerinin doğmasına yol açmıştır. Horasan, Afganistan, Anadolu gibi uzak bölgelerde -etkisi gittikçe azalarak- XVI.-XVII. yüzyıllara kadar sürüp yerini başka tarikatlara bırakan Yesevîlik, Seyhun bölgesiyle Doğu-Türkistan'da, Kırgız, Kazak bozkırlarında etkisini son zamanlara kadar sürdürmüş, yerini başka hiçbir tarikata bırakmamıştır.
Ahmet Yesevi’nin adının çevresinde çeşitli menkıbeler doğmuştur. Onun geleceğinin Cebrail tarafından Muhammet peygambere bildirdiği; Peygamberin, kendisi için Cennet'ten gönderilen bir Cennet hurmasını, uzun ömürlü Arslan Baha'ya verip Türkistan'a ilerde doğacak Ahmet Yesevî'ye gönderdiği; Ahmet Yesevî'nin babası öldüğü sıralarda Yesi'de bulunan Şeyh Arslan Babanın onu koruyup büyüttüğü; Ahmet Yesevî'nin, hayatı boyunca çeşitli "keramet"ler gösterdiği; Peygamberin ölüm yaşı olan 63 yaşına gelince, toprak altında bir oda yaptırıp hayatının geri kalan bölümünü orada çile doldurarak geçirdiği v.b yolundaki söylentiler bunların en ünlüleridir.
Ahmet Yesevî'nin gerçek hayatı, adının çevresinde oluşan menkıbelerle o kadar iç içe girmiştir ki, bunlar, çoğu zaman birbirinden ayrılmamaktadır.
Ahmet Yesevî'nin İbrahim adlı bir oğlu, bir de Gevher Şehnaz adlı bir kızı olmuştur. Oğlu, daha kendisi hayatta iken ölmüş; Yesevî soyu, kızı yoluyla yürümüştür. Yesi şehrinde bugün dahi birçok Yesevî torunu bulunduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu içindeki kimi sanatçılar da (Evliya Çelebi v.b.) kendilerinin Yesevî soyundan olduklarını ileri sürmüşlerdir.
Mezarının üzerine Timur devrinde yapılan büyük türbe ile tekke, o çevrede son zamanlara kadar kutsal bir ziyaret yeri olmuş, belli dönemlerde toplanan onbinlerce kişi tarafından günlerce kişi tarafından günlerce süren âyinler yapılmıştır.
ESERİ VE SANATI
Ahmet Yesevî'nin Hikmet adı verilen şiirleri Dîvân-ı Hikmet adlı bir kitapta toplanmıştır. Eserin birçok yazma ve basma nüshaları vardır. En eski nüshası XVII. yüzyıla kadar çıkabilmektedir. Her devirde çeşitli kopyaları çıkarılan Divan'a başka şairlerin aynı biçim ve ruhla yazılmış şiirleri de karışmıştır. O yüzden, eldeki şiirlerden hangilerinin Ahmet Yesevi'ye, hangilerinin başkalarına ait olduğu kesin olarak bilinmiyor. Ancak, Yesevî şairleri arasında pirlerini yolunda, aynı biçim ve Hikmetler söylemek kutsal bir gelenek halinde sürüp gittiği için, eldeki manzumeler Yesevî şiirinin yapısı üzerinde bilgi edinmemiz için yeterlidir.
Bu şiirlerde gerek ölçek, gerek nazım biçimi bakımından Halk edebiyatı geleneği sürdürülmüş, hemen hepsi hece ölçeğiyle ve dörtlüklerle söylenmiştir. Hece ölçeğinin çoklukla 4-3 = 7 ve 4-4-4 = 12 kalıpları kullanılmıştır. (Aruz ölçeğiyle söylenmiş kimi şiirlerin kitaba sonradan başkalarınca katılmış olduğu sanılıyor). Ayak sıralanışı şöyledir: abcd dddb eeeb... Dördüncü dizelerin birbirleriyle ayaklı oluşu, hatta kimi zaman bu dizelerin hiç değişmeden tekrarlanışı, İslâmlıktan önceki Türk şiiri gibi bunların da toplantılarda musiki ile okunmak için söylendiğini göstermektedir. Çoğu zaman yarım ayak ve döner-ayak (redif) kullanılmıştır.
Bu Hikmetlerde Yesevîlik Tarikatı'nın temel ilkeleriyle ilgili bilgiler, dervişlik üzerine övgüler, kıyamet günlerini yaklaştığını hatırlamak dünya hâlinden şikâyet, Tanrıya ulaşma yolları, Cennet ve Cehennem tasvirleri, Peygamberin hayatı ve mucizeleri, ünlü İslâm menkıbeleri, dine uygun ahlâk öğütleri v.b. gibi konular işlenmiştir.
Bunlar, güzellik ve sanat kaygısından uzak, belli birtakım düşünceleri aşılamak ereğiyle yazılmış öğretici manzumelerdir.
Hâkaniye lehçesi söylenmiş olan bu Hikmetlerde genellikle halkın konuşma dili kullanılmış olmakla birlikte, İslâmlık etkisiyle girmeğe başlayan yabancı sözcüklere, özellikle din ve tasavvufla ilgili terimlere de epeyce yer verilmiştir.
Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, Ahmet Yesevi'nin Hikmetlerinde ulusal öğeler (ölçek, nazım biçimi, yarım ayak) ile İslâmlıktan gelme yabancı öğeler (din ve tasavvuf konuları, yabancı sözcükler) bir arada kullanılmıştır.
Etkisi
İslâm Bilim ve edebiyatını çok iyi bildiği hâlde o yola sapmayan, seslendiği göçebe ve köylü halka tarikatını yayabilmek için onların şiir geleneğinden yararlanmayı yeğ gören Ahmet Yesevî'nin söylediği Hikmet’ler ilkin Seyhun yöresinde sevilmiş ve tutunmuş; şairin Hârezm, Kıpçak, Anadolu, v.b. bölgelerine yayılan şeyhlik etkisiyle birlikte şiirleri de aynı bölgelere yayılmıştır. Sanat yönünden değerli olmayan bu şiirleri o kadar geniş bir alanda yüzyıllarca yaşamasının, Ahmet Yesevî'nin büyük bir tarikat kurucusu olmasından, Hikmet'lerinin daha ilk ortaya çıktıkları sırada halk arasında kutsal sayılmasında aramak gerekir. Âyinlerde hep bir ağızdan musiki ile okunan bu Hikmetlere "şiir" gözüyle değil, tarikat pirinin söylediği "kutsal söz" gözüyle bakılıyordu.
(Cevdet KUDRET, Örneklerle Türk Edebiyatı Tarihi, Kültür Bak. Yay., Ankara 1995.)