EŞREF
Kendisine yetişemedim. Daha doğrusu, o hicvimizin kutbu olduğu günlerde, ben bu gibi muhitlere girebilecek yaşta değildim.
Yalnız son zamanlarına ait bir resmini görmüştüm. Sanatkârın, keskin benliğini saklayan, yaratıcılara mahsus o esrarlı hüviyetinden asla haber vermeyen bir resim.
Galiba iyi bir fotoğrafçının elinden de çıkmamıştı. Bu eksikliğe otuz beş, kırk yıl evvelki baskı kusurlarımızı da eklerseniz, nasıl bir resimle karşılaştığımı anlayabilirsiniz.
Bütün bunlarla beraber, dikkatli bir göz, bu kaba saba fotoğraftan da onun bir yaradılış harikası olduğunu sezebilir. Ben, sanırım ki o resme, Eşrefin hicivleri arkasından bakmıştım. Sima, bir anda sıyrılmış ve o yüzün altından, zekâ ile aydınlık başka bir çehrenin belirdiğini görmüştüm.
Fes, alnın genişliğini kapıyor; fakat kaşlar üstündeki taşkın kavis, bu alnın dolgun yuvarlaklığını anlatıyor ve olgun bir beyinden haberler veriyordu.
Yüzüne bir bulut düşmüş gibiydi. Yağıza yakın bir esmerlikte olduğu anlaşılıyordu. Gözlerinde, ne eski minyatürlerde görülen rindlerin, zevkle süzgün, şarapla mahmur bakışları, ne de şairlik vergisi sayılan hayran dalgınlık var.
Hayır, Eşrefin gözleri bambaşkadır. Yüzünüze biraz Çakırcalı’nın, birçok da Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa’nın gözleriyle bakıyor. Kemerli koç burnu, mağrur bir hücum havası ile şişmiş gibidir. Kanatlarının ucundan inen derin çizgiler, ağız kenarına doğru incelerek canlanıyor. Hemen konuşacak, zarif bir şey söyleyecek sanıyorsunuz.
Sonra, yine sert bir sakalın uçları ağarmış çerçevesi başlıyor. Başa nispetle omuzların enliliği, şairin sağlam yapılı gövdesine şahittir. Boyu bosu hakkındaki bilgimi, Hüseyin Rıfat’a borçluyum.
Delikanlılığında zeybek elbisesi kırık pusat giyen Eşref, öyle sanırım ki biraz da bu güçlü kuvvetli yaradılışına uyarak o kılığa girmişti.
0, kendisini bize şöyle takdim ediyor. “O” derken, tabiî iç varlığını kastettiğimi söylemeye hacet yok. Bu tarifte Eşref, “kalemim” redifine sığınmıştır:
Kahr için hasmımı bir ra’d-ı kazadır kalemim
Lekeler zâlimi, püsküllü belâdır kalemim!
Karşısında nice erbâb-ı denâet titrer
Hâkim-i mahkeme-i hükm-ü cezâdır kalemim.
İşitince sesini sanma iki dilli düdük
Mürtekipler için âheng-i safâdır kalemim
Çok mu alçaklara âlemde çalarsam galebe,
Elde bayrak gibi ihsân-ı Hüdâ’dır kalemim
Sihirbazân-ı cihâne kesilir bir ejder
Sanki Eşref, yed-i Musâ’da asâdır kalemim
Şairin bu gazeli, Tanzimat’ın en büyük adamı Mustafa Reşit Paşa’nın:
Bi-mahâbâ reh-i nâ-refteye gitsem de var
Kahr-ı hasm etmek için elde asadır hâmem
matlalı eserine bir nazire gibi görünüyor. Fakat düşünülecek olursa, “kalem”in Reşit Paşa’dan ziyade, Eşref’in elinde korkunç bir kılıç parıltısı ile sıyrıldığı anlaşılır.
O, hiciv için doğmuştur. Hiçbir sebeple, hiçbir endişe ile ondan ayrılmadı. Yalnız bir kere dostlarının:
- Sen hep beddua mı edeceksin. Ömründe bir kere de bir dua söyle! demeleri üzerine, meşhur “Şah ve Padişahını yazdı. Bu birkaç formalık manzumenin de garip bir talihi vardır. Eşref bunu yazıp bitirdikten sonra bastırmış ve Şah’a takdim etmek yolunu da bulmuştu. Fakat ne çare ki, tam bu sırada İran’dan gelen haberler Şah Muzafferüddin’in öldüğünü haber verdiler.
İşte o zaman Eşref, kendisine sataşan dostlarına İsplandit Palas’ta:
- Kimseyi methetmezsin diyordunuz. Nasılmış bakalım? Kitabın masrafını hangi hamiyetli beylerim verecek? Size uyarak mesleğimi tebdil ettim. İlk defa olarak Acem Şahı'nı sena ettim, o da tutup ölüverdi! diye çıkışmış ve hemen şu kıtayı oracıkta karalamıştır:
Zuhur ettiyse methiyyem müessir zehri hücumdan
Değil bende kabahat bendeki baht-ı siyahındır;
Fütur etmem, asâ-yı sabra ettim ittikâ
Cihandan şâh gitti şimdi nöbet pâdişâhındır
Şah’a yazdığı methiyenin duası gerçekten güzeldi. Vaktinde yetişse, sahibinin eline geçseydi, mutlaka dolgun bir caizeye erecekti.
Eşref, Muzafferüddin’e:
Nasıl ta’yin-i müddet eylerim tahdid-i maksatla
İlâhi, sence varken her muhâlin vech-i imkânı;
Vefat kabızü’l-ervâhtan sonra uzun müddet Bu âlemde gönül sağ görmek ister Şâh-ı İrân'ı
diye dua etmiştir ki bu türlü kasidelerin hiçbirinde bu kadar güzel ve tatlı bir mübalağaya rastlanamaz.
Şairin nasıl yetiştiğini bilmiyoruz. Yaşadığı muhit, temas ettiği kimseler, bulunduğu işler, asla geniş tetebbulara imkân verecek, büyük ve derin öğrenişlere yol açacak şeyler değildi. Böyle olduğu halde, bazen onun öyle bir kıtasıyla karşılaşırsınız ki istidadının huzurunda hayretten donup kalmamak elden gelmez.
Meselâ Jandarma Efrâd-ı Cedidesi hakkında söylediği beyit bunlardan biridir. Şair şahlanan nefsaniyeti için:
Söylerim ehl-i kıyâm olduğunu
Seni jandarmalara tuttururum!
tehdidini savuruyor. Kendi vadisinde bu eşsiz bir pırlantadır.
Yukarıda Eşref’in muhit ve imkân yoksulluğu içinde yetiştiğini anlatmış ve bazı parlak kıtalarının engin aydınlığı önünde hayretle irkildiğimizi söylemiştim.
Bir de bu adamın manevî zenginliklerin altın bir çağlayan gürlüğü ile aktığı bir yerde yetiştiğini düşünün. Bu yüklü miras, o harikulâde verimli beyin tarlasına, ne hudutsuz bir tohum halinde saçılacaktı. Ve biz bugünkünden kaç kere büyük, kaç kere yüksek bir sanatkârla karşılaşacaktık!
İnsan asıl bu türlü imkânsızlıklara, böyle talihsizliklere lânetler ediyor.
Nef’î, çağının en yüksek nimetine ermiş bir adamdı.
Şimşîr-i zebânımdan ehibbâ hazer eyler
der. Sağın, soluna kaza okları —Siham-ı Kazâ şairin hicivlerini topladığı kitabın adıdır. Matbu değildir. En muteber nüshası
Millet Kütüphanesi’ndedir- savurur, şiddetiyle meşhur bir hükümdarın huzurunda bile alabildiğine konuşurdu.
Fakat hicivlerinin çoğu adi küfürlerdir.
Pek azında, ancak yüzde üçünde, beşinde Eşrefin zarafeti göze çarpabilir. Nefî, divanının ortaya koyduğu fikir servetinden anlıyoruz ki zamanının bütün ilimlerine vakıftı. En yüksek muhitlerde yaşıyordu. Çağının maddî ve manevî hâzineleri içinde idi.
Bunlara şayet Eşref erseydi, hiç şüphesiz hicivde Nef’iyi ölçüsüz bir surette geçecekti.
Dedim ya, en büyük kabahat onun talihindedir. Onun talihsizliği ise, unutmayalım ki fertte kalmaz, koca bir milletin kapkara alın yazısı olur. Çünkü vatan büyük evlâtlarıyla beraber güler, beraber ağlar.
HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER
- << Önceki
- Sonraki