Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

CELÂL SÂHİR EROZAN-2

İnceliği uzunluğunu mübalağalandıran narin bir vücut, hattâ şakaklarına bile tek ak düşmemiş çok saçlı bir baş. Kuru, fakat sevimli bir yüz. Kendi tabiriyle, menekşe gözler. Kaşları arasından biraz kemerlenerek inen, güzel bir koç burun. Şehvetli bir ağız, zeki bakışlar. Zarif kımıldanışlar. İşte Sâhir.

Türk Yurdu'nun ilk kurulduğu günlerde tanımıştım. Kendine mahsus kandilli, geniş zaviyeli bir selâm verişi vardı. Birinci karşılaşmamız, onun üstünde iyi tesir bırakmamış. Bunu sonradan aramızda sıcak samimiyet başladıktan sonra öğrenmiştim. Sebebi de selâmını aynı zaviyelerle karşılamayışımmış. İlkin bunu, benim nobranlığıma, gururuma falan vermiş; ama kalenderliğimi sezince de öfkesi geçmiş.

Konuşurken, başını yumuşak hareketlerle sallar, hele şiir okurken, bu salıntı içinin heyecanını besteleyen bir hal alırdı. Ondaki maddî tezat sesiyle gövdesi arasındaki ölçüsüzlüktü. Bu narin omuzlar, bu dar göğüs ve incecik boyundan kalın, tok bir erkek sesi çıkar ve adamı şaşırtırdı.

İnce ve zarifti. Güzel giyinir, hoş konuşur, şakalarında bile sözün kibarını seçerdi. Türk Yurdu bir aralık mağrur ve müstehzi bir adamın elinde kalmış ve kuruluşundan beri oraya yazanlar dağılmıştı. Sâhir, sevimli şahsiyetini mecmuaya bir mıknatıs yaparak bu dağılışı önledi. Eskiler, onun aydınlık varlığı etrafında pervaneleştiler ve Yurd, parlaklığının son mertebesine erişti.

Çanakkale’ye gönderilen heyet içinde o da vardı.

Bütün hayatımı onlar verir de ben yaşarım

Kadınlar olmasa öksüz kalırdı eş ’arım

dediği, kadınsız hiçbir şey yazamadığı ve bu illetini yine kendisi:

Bak şaşırdım, yine kadın diyorum!

mısraıyla tasdik ettiği için o kanlı harp sahnesinde epey şakalaşmıştık. Fakat Sâhir, birçok kahramanlık şairlerinden daha cesur çıktı. Yalnız her nedense eline silâh almaktan çekiniyordu.

Bir konak yerinde ona zorla tabanca attırdık. İlkin gözlerini kapadı. Kendi elindeki silâhın gümbürtüsünü beklerken göz-kapakları buruşup titriyor, yüzü sinirli çizgilerle şimşekleniyordu. Ama Arıburnu’ndan en zengin ganimetle yine o döndü. Seyyar karyolasına bir düşman filintası bağlamışlar, kasaturalar takmışlar ve birkaç da boş bomba asmışlardı.

Bir aralık ben İstanbul’dan ayrılmıştım. İki sene sonra tekrar gelince dostlar:

-    Sâhir’i görme, dediler, tüccar oldu.

-    Tüccar mı oldu? Ne münasebet? diye bağırdığımı hatırlarım. Çünkü dünyada Sâhir’le ticaret kadar birbirine zıt, pek az şey bulunabileceğine inanıyordum. Ama işte bu umulmaz şey onda birleşmişti.

Mısır Çarşısı’nın çiçek pazarına açılan kapısı yanında, galiba Makulyan hanında bir yazıhanesi vardı. Kalkıp gittim. Uzun hasretler ona şakacılığı unutturmadı. Kendini bana ikinci kere:

-    Şair tâcir! diye takdim etti.

O vaktin gazetecileri, hele mizahçıları bu tacir Sâhir’e hayli sataşmışlardı. Nihayet iş olacağına vardı. Şairin tacir olamayacağı anlaşılarak yazıhane kapandı.

Artık akşamları Divanyolu’ndaki bir kahvede toplaşıyor ve onun Halil Nihat’la tavla oynamasını seyrediyorduk. Tavla deyip dudak bükmeyiniz. Bu oyun, gerçekten sözü altın ve inci değerine yükselten nükte yağmurlarına yol açardı. Her akşam oraya koşuşumuzun sebebi de işte bu idi.

Şahsiyetine gelince: Celâl Sâhir, bütün mânâsıyla bir sanat her dem tazesidir. Onu olgun bir Servet-i Fünun ocağında gördük. Fecr-i Âti’de Sâhir vardı. Terkipsiz lisan, yeni Türkçe, millî vezin davasını güdenler arasında yine Sâhir’in yer ve vazife aldığını biliyoruz.

Selânik’e geldiği vakit, Yeni Lisan davası üstünde şiddetli münakaşalar oluyordu. İlk terkipsiz şiiri, Genç Kalemler'de çıktı. “Yine göklerde güller açtı mesâ” diye başlayan bu manzume, gerçi yeni lisancıların tam varmak istedikleri hedef değildi. Fakat hepimiz, yeni bir kuvvet kazanmakla sevinmiştik. O vakitler İstanbul aruzu tutuyor. Neyzen Tevfik bile:

O Selânik ki eğer Kâbe-i hürriyet ise

Emr-i Tevrat ile mescitte ibadet gibidir!

diyordu.

Hâlbuki Sâhir, Edebiyat-ı Cedide’den Fecr-i Âti’ye ne kadar kolay bir akışla girdi ise, yeni lisan davasını da o kadar candan benimsemişti. Beyaz gölgeler şairinin zaman içindeki istihalesi bununla da bitmedi. Yalnız dil sadeliğine uymakla da kalmadı, hece veznini de kullandı.

İtiyatlar, paslı çivilere benzer. Gömüldükleri yerlerden pek zor sökülürler. Fakat Celâl Sâhir bütün bunları kendini üzmeden, varlığım, geçmişini yıkmadan başardı.

Bu kolaylık, acaba onun renksizliğinden midir? Her tuttuğu yolda yüksek tepelere varamadığı için mi değişmekte mahzur görmüyordu? diyeceksiniz.

Ben böyle olduğunu zannetmiyorum. Sâhir’in zaman içinde kuvvetli sıçrayışlar yapması, her şeyden önce, hem yaşının hem ruhunun gençliğindendir. Servet-i Fünun’culara göre yaşça çok küçüktü. Fecr-i Âti ise, zaten şahsiyetleri damgalayacak, kalıplayacak bir kuvvet değildi. Onun akışındaki kolaylık, biraz da bu sanat mektebi sayılan varlıkların, derin yarlar ve yüksek setlerle sınırlanmasından ileri geliyordu.

Zamanla birlikte yürümek, -eğer bir yürüyüş sendelemeden başarılırsa- epey sağlam bir değerin şahidi sayılabilir.

Sâhir, büyük bir şair midir?

Beyaz Gölgeler ve Siyah bizi böyle bir hükme götüremez. Hece ile yazdıklarında da bir çağ üstünlüğü yoktur.

Gerçi tıkırtılı dört-dört-üç, dört-dört-dört-üç’ler arasında o heceye yeni bir âhenk vermiş ve yeni sazından:

Kaç muharrem geçti böyle sîne döğeli

Gecelerin niye hasret çeker hilâle

Seni Türk’ün hicranı mı koydu bu hâle

gibi gerçekten güzel sesler çıkarmıştı Fakat birkaç örnek, bütün bir ömrün mükâfatı, bütün bir sanatın tesellisi olamaz. Belki hiçbir zaman bir çerçeve içinde olgunlaşmaya vakit bulamadığı için böyle yarım yarım harcanıp gitti. Belki ruhunda merkez gibi durgunlaşıp derinleşecek bir istidat olmadığı için böyle sıçramalar yaptı. Bu kadar geniş tahlilci bir hükmün yeri portre değildir. Zaten onu pek genç kaybettik. Ya son çağı, cevherinin tam zaman potasında eriyip temizlendiği dem idiyse?

 

 HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

İLGİLİ İÇERİK

ŞİİRLER

CELAL SAHİR EROZAN ŞİİRLERİ

SON EKLENENLER

Üye Girişi