Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

 PIT PIT-TURGAY GÜMÜŞ

“Bu kente yalnızlık çöktüğü zaman
                                                                          Uykusunda bir kuş ölür, ecelsiz
                                                                          Alıp da başını gitmek istersin
                                                                        Karanlık sokaklar kör, sağır, dilsiz”
                                
           Şehre kar yağıyordu. Beyaz rahmet gökyüzünden yeryüzüne doğru süzülürken, her birini indiren bir meleğin olduğunu biliyordum. Yalvardım Yaradana kar getiren meleklerle seni göndersin diye. Yalvardık Yaradana Gülümle, bembeyaz bir melek gibi seni göndersin diye…
          
 
           Yağan kar, şehri beyaz bir cennete çevirmişti. Beyaz örtü ruhumuzu kaplarken, güneş, şehrin üstüne yavaş yavaş gülümsemeye başlamıştı. Pamuk gibi yumuşak yüzlü kar erimemek için inat ederken, soğuk ve uzun kış gecelerinin de yardımıyla yumuşak yüzünü sert ve parlak buzlara çeviriyordu. Şehri kaplayan beyaz örtü, kimi yerlerde cam tabakasına dönüyor, insanlar, güneşli ve parlak kış günlerinde, camdan kaldırımlarla kaplı şehirde, ürkek ve tedirgin adımlarla yürüyordu. Sıkı sıkı tembih ediyordum Gülüme, karın buz haline gelmediği yerlerden yürü, buzlu yerlere basma diye. Sert ve soğuk ocak, kışın bütün karakterini yansıtıyor, adı gibi içimizi ısıtmıyordu bir türlü.
           …………………
 
           Gülümün, telefonuma gelen ağlamaklı ve ürkek sesiyle irkildim.
           “Gülüm ben düştüm.”
           “Nerede düştün?”
           “Okulun önünde kaydım, düştüm. Belim çok ağrıyor.”
           “Hemen seni almaya geliyorum.”
           Bir arkadaşımla arabaya atlayıp düştük yola. İkimizin çalıştığı okul arası yirmi dakikalık mesafe, kısa zamanda ulaştık Gülümün yanına. Onu öyle iki büklüm, acı içinde kıvranıp ağlarken görünce, kış güneşinde kaynar sular döküldü ruhuma. Üzerine kaynar sular dökülen buzlar gibi parçalandığını hissettim yüreğimin derinliklerinin.
 
           Hastanede röntgen ve tomografiler çekildi. Çok şükür ciddi bir rahatsızlık çıkmadı. Sadece beli incinmiş, birkaç gün dinlenmesi gerekiyordu. Bir hafta sonra kontrole çağırdılar.
           ……………..
 
           Aslında öyle sevinçli bir gün de değildi. Hatta bizim için hüzünlü bir akşam bile sayılabilirdi. Kontrole gidecek ve yeni doğum yapan bir arkadaşımızı ziyaret edecektik. Yeni doğum, sana olan özlemimizi hatırlatacak, yıllardır umutla bekleyip bir türlü gelmediğin için hüzünlü yağmurlar düşecekti içimize.
           Önce kontrol için tahlil örnekleri verdi Gülüm. Sonra anne ve baba olan arkadaşlarımızı ve minicik bebeklerini ziyaret ettik. Hayırlı, uğurlu ve uzun ömürlü olmasını diledikten sonra verdiğimiz kan tahlili sonuçlarını almaya gittik.
           Tahlil sonuçları hüzünlü bir akşamı, yemyeşil bir ilkbahar akşamına çeviriyordu. Gözlerimize inanamadık, elimizdeki kağıtta Anneciğin karnında, Gülüm artık Annecik olmuştu, sen olduğun yazıyordu. Korkuyla karışık bir sevinç kapladı içimizi. Bir hafta önce çektirdiğimiz filmlerin sana zarar verebileceği endişesi, seni beklemenin verdiği umudu, mutluluğu korkuya çeviriyordu.
           Doktor Amcan bütün ihtimalleri anlatırken senin gerçekten gelip gelmeyeceğini anlamak için birkaç kontrole daha gelmemiz gerektiğini söylüyordu. Seni nasıl da sabırsızlıkla bekliyorduk, senin için değil birkaç kontrole, her yere giderdik. Seninle dertler bitecekti. Seninle buzlar eriyecek, güneş açacaktı. Seninle bahar gelecekti yuvamıza, seninle gülecekti Annecik ve Babacık  
           Sert ve soğuk ocak ayı, adı gibi içimizi ısıtmaya başladı senin müjdenle. Doktor Amca pıt pıt atan minicik yüreğini gösterdi bize. Anneciğin ve Babacığın ruhunda binlerce kelebek uçmaya başladı, bin bir çiçekle doldu yürekleri kış ortasında. Erken gelen baharı karşıladık seninle. Ve sen Gülücüğümüzdün artık bizim. Adını şimdilik Pıt Pıt koyduk bitanem. Ama asıl ismin kız olsan da, erkek olsan da hazır. Binlerce şükür sunduk seni bize gönderene, adaklar adadık senin için, kurbanlar kestik…
           Seni beklemenin sevinci ve sabırsızlığı ile geçme(me)ye başladı günler. Gün doğuyor, bir türlü batmıyordu. Uzun kış geceleri bitip tükenmek bilmiyor, cüce ay şubat bile inatla direniyordu bitmemek için.
           Şehre kar yağıyordu. Her kar tanesini bir melek indiriyordu yeryüzüne. Melekler seni soruyordu bize. Henüz gelmediğini söylüyorduk meleklere. Seni beklemenin telaşı ve sabırsızlığı sarmıştı her yanı.
           Çok erken olmasına rağmen sana cici elbiseler aldık bugün. İçimizi Annecik ve Babacık olmanın mutluluğu doldururken Anneciğe bakıp gülümsüyordum seni görebilmek için. Sen sabırsız bir sabırla beklediğimiz Pıt Pıtımızsın. Baharları getireceksin karla kaplı bu şehre.
           Sana dair hayaller kuruyoruz erken uçan kuşlar gibi. Denizler ortasında martılar uçuyordu çığlık çığlığa, biz seni bekliyorduk. Dağ başlarında telaşlı kartallar uçuyor, biz seni bekliyorduk. Sen leyleklerle geleceksin yanımıza.
           Sana bir şey olmasın diye Anneciğin üzerine titriyordum. Annecik ve sen elinizi sıcak sudan soğuk suya sokmamalıydınız.
           …………
 
           Zaman eridi yerdeki sert ve soğuk buzlar gibi. Günler gelip geçti güneşli gökyüzündeki bulutlar gibi. Sert ocak ve cüce şubat, yerini baharın müjdecisi marta bıraktı. Baharı koynunda saklayan martta şehre kararsız kar taneleri düşüyordu. Cemre toprağa düşmüş ama soğuklar henüz ayağını çekmemişti şehirden. Yalancı baharları beklerken, soğuk, Anneciğin yanağına bir öpücük kondurmuştu. Annecik yatağa düşerken, sana bir şey olur korkusu, ona hastalığını unutturuyordu. Ve sen masum güvercinler gibi uyuyordun bizim seni hangi korkularla beklediğimizi bilmeden. Grip sadık bir sevgili gibi yapışmıştı Anneciğe, bir türlü bırakıp gitmiyordu. Ruhumuzu dolduran uçsuz bucaksız korku çöllerindeki herhangi bir fırtınada uçup gitmenden korkuyorduk.
 
           Anneciğin iyileşmesi için bir kez daha gittik Doktor Amcaya. Hem Annecik iyileşecek, hem de senin pıt pıt atan minicik yüreğini görecektik Pıt Pıtçığım. Ultrasonda sana misafir olmayı düşlerken, garip sorular sormaya başladı Doktor Amca. Bir şeylerin ters gittiğini anlayınca Annecikle göz göze geldim ilkin ve onun gözlerinde gördüm kendi ruhumdaki korkunun yansımasını. Ruhumun gittikçe daralan bozkırlarına aldırmadan dinledim Doktor amcayı. “Nasıl söylesem bilmem ki?” cümlesi, aslında Doktor Amcanın hiçbir şey söylememesi gerektiğini anlatıyordu bütün çıplaklığıyla. Ama Doktor Amca inadına devam ediyordu söylememesi gereken cümleleri söylemeye. “Maalesef kalbi atmıyor artık ” cümlesiyle de en keskin neşterini saplıyordu, Anneciğin ve Babacığın yüreğine. Bu, hiç de hoş olmayan bir şaka olmalıydı. Dipsiz uçurumlarda gezindim, kızgın ateşlerde yandım.               
           Annecik yıkılmıştı. Doktor Amcanın sözlerine Anneciğin hıçkırıkları hüzünlü bir ney sesi gibi eşlik ediyordu. Zavallı Babacığının omuzlarına kocaman bir dağı yüklüyorlardı. Ağlamamalıydım. Güçlü olmalıydım, Anneciğe sahip çıkmalıydım.                                         
 
Seni beklemenin mutluluğu kor bir ateşe dönmüş, içimizi yakan bir yanardağ oluyordu. Ölüm yanı başımızda gülümseyen acı bir çiçek gibi dururken, Anneciğin anlamsız gözlerle bakan güzel kadın heykellerine dönüyordu. Gözlerinden akan yaşlar içimizde büyüyen alevi söndürmüyor, aksine harlandırıyordu.               
 
           Ağlayan Anneciğin ellerinden tutarak ağlamadan çıktım Doktor Amcanın odasından. İçimde binlerce fırtına koparken sadece Anneciğinin hıçkırıklarını duyuyordum korna ve motor seslerinin doldurduğu kalabalık caddede. Ama sen duymuyordun motor seslerini, korna seslerini, hepsinden önemlisi Anneciğinin hıçkırıklarını duymuyordun.
           Pıt pıt atan minik yüreğinin cennetin hangi köşesinde bizi beklediğini bilmeden gidiyorduk eve doğru. Nasıl durdurup da bindiğimizi hatırlamadığım dolmuşta Anneciğin hıçkırıklarını dinlerken ağlamamam gerektiğini düşünüyordum. Bir elimde Anneciğinin  kupkuru bir dala dönmüş eli, bir elimde de üzerinde tıbbi tahliye yazan, ertesi gün için Doktor Amcanın verdiği randevu kağıdı. Tıbbi tahliye; ne kadar da ürkütücü iki kelime, Pıt Pıt ismi ne kadar da yakışmıştı oysa sana.
 
           Eve yaklaşana kadar hiçbir şey söyleyemedim Anneciğe. Eve iyice yaklaşınca ”Ağlama Gülüm” diyebildim ağlayarak Kocaman bir dünyayı daha ne kadar taşıyabilirdim ki küçücük omuzlarımda? Ruhumda kabaran deniz çoktan taşmıştı gözlerimden. Anneciğin gözyaşları göğsümü ıslatırken ruhumdaki kocaman denizin altında yüreğimi acıtan büyük bir yangın başlıyordu. ”Maalesef kalbi atmıyor artık “ cümlesi bir Çin işkencesi gibi zonkluyordu beynimde.      
            Sen gelmeyecektin Pıt Pıtım. Biz seni nasıl sabırsızlıkla, umutla, mutlulukla, korkuyla beklemiştik oysa. Beklemek ne kadar da güzeldi. Artık sen bizi bekleyeceksin, sabırla, umutla cennetin bir köşesinde.
 
            Bu seninle son gecemiz. Anneciğin karnında seni okşarken içimi acıtan binlerce kelebek havalandı. Ve her biri bir kül gibi dağıldılar. Kelebekler sonsuzluğa doğru uçup birer yıldız gibi savrulurken sen ruhumuza onulmaz yaralar açıp gidiyorsun. İçimize saçtığın bin bir bahar çiçeğini zehirli baldıranlara çeviriyorsun. Zakkum çiçekleri kaplıyor kır çiçeklerinin yerini. Gülücüğümüzdün, gülleri alıp götürüyorsun, dikenlerini bize bırakıyorsun. Seni veren, seni bizden daha çok sevmişti, eminim. Çünkü sen güzeller güzeli Pıt Pıtımızdın. Seni bizden daha çok seveni görmesen, bizi bırakıp gider miydin hiç? 
          Bu son gecemizde sana dokunmak istiyorum Pıt Pıtçığım. Anneciğin karnına dokunuyorum seni incitmemeye çalışarak. Ama orda, Anneciğinin karnında Pıt Pıt atan minicik yüreğinin durduğunu bilmek içime sıcak bir kurşun gibi saplanıyor. Anneciğin dinmeyen hıçkırıklarına eşlik eden hırçın bir ırmak akıyor ruhumuzun derinliklerinde. Kaldırsam önünden setleri, bütün dünyayı alıp götürecek gümrah bir ırmak. Ve sen küçüğüm, Gülücüğüm, Pıt Pıtçığım yarın akıp gideceksin sızılı bir ırmak gibi. Ellerini                                                  tutamadığım, bir kez olsun öpemediğim, oğlum ya da kızım bile diyemediğim canım yavrucuğum. Dokuz hafta iki gün süren şu kısacık ömrünle bile, bize bütün duyguları yaşattın; korkuyu, umudu, sevgiyi, mutluluğu, hüznü, acıyı…
          
           Kar getiren meleklerle geldin, sevgi melekleriyle gidiyorsun. Hoşçakalın demeden, ellerini sallamadan, bizi öyle kurumuş ağaçlar gibi bırakıp gidiyorsun. Mutluluğa doğru havalanan kuşlar gibi, sonsuzluğa uçan kelebekler gibi kanatlanıyorsun. Takvimler ilkbaharı müjdeleyen martı gösterirken, sen sıcak diyarlara gidiyorsun göçmen kuşlar gibi.
 
           Sert ve soğuk bir mart sabahı seninle vedalaşmak, seni cennete doğru uğurlamak için tutuyoruz hastanenin yolunu. Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır demiş eskiler. Soğuğun ve ölümün martta insanı da yakabileceğini anlıyorum. Çanakkale şehitlerini hatırlamamız gereken bu 18 Mart gününü, sanki, Anneciğim, Babacığım beni hiç unutmayın dercesine kandan harflerle kazıyorsun içimize.
           Annecik paramparça, Annecik sürekli ağlayan ve inleyen sarhoş bir bülbül gibi. Anneciği bu hale getireceğini bilsen, yine de gider miydin bitanem?
           Elimde Doktor Amcanın verdiği randevu kağıdı ile giriyorum hastaneye. Doktor Amca ameliyathanede beklememizi, 15 dakikalık basit bir ameliyatla, seni, Anneciğin karnından alacağını söylüyor. Ne kadar da kolay söylüyor bu cümleleri neşteri andıran keskin diliyle. Ben  ise imkansız olduğunu bilmeme rağmen, içimden, Anneciğin karnında hep bizimle beraber kalsa olmaz mı diye geçiriyorum..
 
          Ameliyathane önünde bekliyoruz çaresiz ve bitkin bir halde. Anneciğe mavi bir önlük giydirip yatırıyorlar sedyeye. Mavi, gözlerinin rengi olacaktı oysa. Mavi önlükle dönecektin okuldan eve. Mavi önlükle atılacaktın Babacığın kollarına. Birazdan ayrılığın rengi olacak mavi.
           Anneciği içeri alacaklar şimdi. Onun bitkin yüzüne, ağlamaktan moraran gözlerine bakarken, insanoğlunun ne kadar da çaresiz olduğunu anlıyorum. Gözyaşı ve duadan başka hiçbir silahı olmayan, kaderine boyun eğmekten başka yapacak hiçbir şeyi olmayan çaresiz savaşçılarız şu yalan dünyada. Bütün savaşlardan galip ayrılan komutanlar bile yenilmeye mahkum değil mi ki şu hayatta?
           Annecik ameliyathaneye girerken hüzünlü bulutlar kapladı ruhumu. Yağmuru beklerken korku tufanı başladı çaresiz kalbimde. Basit bir ameliyat diye söylese de Doktor Amca, ya Annecik de seninle birlikte giderse diye korkuyordum. O zaman yalnızlık bir saman alevi gibi yakıp bitirmez mi beni. Ameliyathanenin sürgülü kapısı yüzüme kapanınca kuşandım gözyaşı ve dua silahlarımı. Senin sağ salim cennete ulaşman, Anneciğin de sağ salim geri dönmesi için yalvardım Yaradana. Bütün mağlup savaşçılar gibi eğdim kıldan ince boynumu, kaza ve kader kılıcı karşısında.
 
           Hayat dışarıda gürül gürül akarken, benim için çoktan durmuştu. Saniyeler aylara, dakikalar yıllara, saatler asırlara dönüyordu. Zaman durmuştu yalçın kayalar gibi.
           Annecik bana yirmi yıl gibi gelen yirmi dakika sonra çıktı adını söylemekten nefret ettiğim ameliyattan. Canından bir can koparılan bir anne nasılsa öyleydi Annecik. Kelimelerin anlatamayacağı, şair ve yazarların dile getiremeyeceği bir haldeydi Annecik ve Babacık.
           Senin mi bizi bırakıp gittiğini, yoksa bizim mi seni bırakıp gittiğimizi anlamadan çıktık hastaneden.
           Sonrası bir ilkbahar hüznü. Ağaçlar çiçeklenirken yaprak dökümü düşüyor gönül mevsimimize. Seni getirecek leylekler dönerken şehirlere, sen çoktan gittin. Sonrası bir nisan yağmuru, bizden başka herkese sağlık ve mutluluk getiren. Sonrası seni hatırlatması her şeyin; penceremize yağmur damlaları düşüyor; Pıt Pıt; rüzgar esiyor,yapraklar kımıldıyor; Pıt Pıt; kuşlar kanat çırpıyor gökyüzünde; Pıt Pıt…..
 
 TURGAY GÜMÜŞ
           ( Bu hikaye Ömer Seyfettin adına 2011’de düzenlenen yarışmada 1. olmuştur.)
 

SON EKLENENLER

Üye Girişi