Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

REFİK HALİT KARAY 

1888 yılında İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesini bitirdi. Bir süre Hukuk Fakültesinde okudu; burayı tamamlamadan memurluk hayatına, daha sonra basın dünyasına girdi. Kısa zamanda siyasî mizah yazıları ile tanındı. 1913'te Sinop’a sürüldü. Mütareke yıllarında ve İstiklal Savaşı sırasında Anadolu'ya karşı cephe aldı. Bunun sonucu olarak 1922’den 1938'e kadar yurt dışında uzun bir sürgün hayatı yaşadı. 1938’deki aftan sonra yurda dönüp çeşitli dergilerde ve gazetelerde çeşitli yazılar yazarak hayatını kazandı. Romancılığının gelişmesi bu dönemden sonradır. 1965 yılında İstanbul'da öldü. Zincirlikuyu mezarlığında gömülüdür.

Fantezi yazılan ve mizah eserleriyle tanınan Refik Halit'in 1938 den sonra, arka arkaya verdiği romanları, tezi ve derinliği bulunan ürünler olmaktan çok, geniş yığınlara hitap eden eğlendirici, sürükleyici macera eserleridir. Kitabın sonunda verilen romanlar dışında başlıca eserleri şunlardır: Memleket Hikâyeleri, Gurbet Hikâyeleri, Kirpinin Dedikleri, Ay Peşinde, Guguklu Saat, Sakın Aldanma İnanma Kanma, Bir içim Su, Bir Avuç Saçma.

(Yazarın kitaba alman romanı Sürgün, kendisinin bizzat yaşamış olduğu çevrelerin izlenim ve gözlenimlerini de içine alan en gerçekçi ve en sağlam eserlerinden biridir.)

 

SÜRGÜN

- Romanın Özeti -

Yüzbaşılıktan emekli Hilmi Efendi, vaktiyle aralarında bir tartışma ve kavga geçen sonra da nüfuz sahibi bir adam olan Sivaslı bir komiserin düşmanlığı yüzünden Beyrut’a sürgün edilmiştir. Varlıksız bir adamdır; çoluğunu çocuğunu da İstanbul'da bırakmıştır; bundan dolayı, içi elemlerle dolu olarak gurbetin yolunu tutar.

Beyrut'a çıktığı zaman cebinde pek az parası bulunmaktadır. Küçük bir otele yerleşir. İlk günler ne yapıp ne edeceğini şaşırmış bir halde, sokaklarda avare dolaşır. Vaktini geçirmek için bulduğu en uygun yer, harap bir mahalle kahvesidir.

Birkaç hafta sonra bir gün eski İstanbul arkadaşlarından Çopur Abdi ile karşılaşır. Çopur Abdi'de bir çeşit sürgündür; Beyrut'ta gazoz satarak geçinmeye çabalamaktadır. Hilmi Efendi'yi otelden alıp, kendisinin de kaldığı bir medreseye yerleştirir. Burada Abdi'den başka Nuri Hoca, Daim Efendi ve Şair Kenan adlı üç gurbet düşkünü daha vardır. Hilmi Efendi, onların arasına karışır, kendisi' de gazoz satıcılığına başlar.

Bir süre sonra, İstanbul'daki karısından bir mektup alan Hilmi Efendi, kızının baştan çıkmakta olduğunu öğrenerek derin bir üzüntüye düşer. Asabı iyiden iyiye bozulur. Zaten tam anlaşamadığı medrese arkadaşlarıyla siyasi tartışmalar yüzünden kavgaya tutuşur; hem medreseden ayrılmak, hem de işini bırakmak zorunda kalır. Bogos Ağa adlı bir Ermeni’nin aracılığı ile yapılarda rençberlik etmeye başlar.

Bir gün yine, üzüntülerle bunalmış, sokaklarda gezinirken eski tanıdıklarından Şakir Bey’le karşılaşır. Şakir Bey onu evine götürür. Eski dostunun konforlu evinde mutlu bir gün geçiren Hilmi Efendi, gece yeniden sefil yuvasına döner.

Rençberliğe devam ettiği sırada bir gün, Kani adlı birisi tarafından postalanmış bir para alır. Hilmi Efendi, bu isimde birini hatırlamamaktadır. Karısına yazıp sorarsa da aydınlatıcı bir cevap alamaz. Adamcağız belirsiz kuşkular, evladı ıyal, yurt özlemi ve geçim sıkıntısı içinde gün günden kahrolup durur.

Tesadüfler kendisini, Bogos Ağa’nın da yardımı ile Osmanlı Şehzadelerinden olup da Beyrut'a yerleşmiş Kemalettin Efendi'yle karşılaştırır. Onun konağına vekilharç olarak girer. Başlangıçta durumu çok iyi olan Şehzade ve yakınları, hesapsız harcamaları yüzünden, kısa zamanda geçim sıkıntılarına düşerler. Efendilerinin Mısır'a kaçmak için - birtakım planlar düzenlediklerini anlayan Hilmi Efendi, onlardan önce davranıp köşkü terk eder. Şam'a geçer. Orada da türlü sebeplerle yurt dışına çıkmış, çıkarılmış ya da İmparatorluk parçalanırken orada kalmış eski yurttaş ve tanıdıklarıyla karşılaşır. Bunlardan Gözlüklü İhsan adında birinin, İstanbul'dan muntazam haber alan adeta gizli bir örgütü vardır. Hilmi Efendi, onun aracılığı ile ailesinin durumunu da öğrenir. Kızının Kani adında seyyar bir tiyatro oyuncusuyla birlikte yaşamakta olduğu haberi eski yüzbaşıyı can evinden vurur. Günlerce, şaşkın, sefil perişan Şam sokaklarında serseri serseri dolaşır, bir yolunu bulup İstanbul’a gitmeyi, kızını öldürüp sonra da intihar etmeyi bile kurar; fakat bunun imkânsız olduğunu anlayıp kadere boyun eğer.

Eski Osmanlı şehzadelerinden birinin torunu Hindistan'da oldukça iyi bir durumdadır; Hilmi Efendi'ye yaverlik teklif eder. Bunu kabul edip Hindistan'a giden Hilmi Efendi, orada da çok kalamaz; türlü hayal kırıklıkları içinde yeniden Şam'a döner.

İrfan Bey adında bir İstanbullu, Halep yakınlarındaki çiftliğini ele geçirmek için Suriye'ye gelmiştir. Hilmi Efendiyle tanışıp sevişirler. Eski yüzbaşı, İstanbul kokusunu ve havasını getirmiş olan bu hemşerisine hayatını anlatır; karısından ve kızı Seher’den söz eder. İrfan Bey, işlerini takip için Halep'e gider. Zevke düşkün bir adam olduğu için, kısa zamanda kendisini bu sefahat şehrinin âlemine kaptırır. Bu arada barlardan birinde Nevber adlı güzel bir kadınla da tanışır; Nevber adının takma asıl adının Seher olduğunu söyler. İrfan Bey, Nevber'in Hilmi Efendi'nin kızı Seher olduğunu öğrenince sarsılır. Şam’daki anlaşmaları gereğince, Hilmi Efendiyi de Halep’e çağıracakken, mustarip babanın bu durumu öğrenmemesi için, onu çağırmaktan vazgeçer. Kızım bu durumda görmesini istememektedir.

Ne var ki kader yapacağını yapacaktır. Geçici olarak Halep'te görevli bulunan Suriyeli bir devlet adamı, Hilmi Efendi'yi Şam'dan Halep’e aldırtır. Bu arada Seher’e iyice bağlanan, fakat genç kadını içine düştüğü bataktan kurtaramayacağım anlayan İrfan Bey, İstanbul'a dönmüştür. Çok sevdiği dostunu arayıp da bulamayan Hilmi Efendi, eşten dosttan onun Halep macerasını öğrenir. Arkadaşlarını baştan çıkaran bu Nevber adlı düşkün kadını merak ederek onu arayıp bulur. Dostları ile gittiği gazinoda, herkesi eğlendiren kadının, kendi öz kızı Seher olduğunu görür görmez oracığa yığılır. Ondan sonra iflah olmaz; çektiği bin bir çeşit üzüntüler artık yaşlı sürgünü tamamen tüketmiştir. Bir akşam, bir türlü kurtulamadığı bu gurbet köşelerinde, sessiz sedasız ölür.

SÜRGÜN

Romandan Bir Parça 

(İrfan Bey, Hilmi Efendi ile tanışır, onunla dost olur, işini sonuca bağlamak için Şamdan Halep'e gider.)

... Hilmi Efendi, gurbete düşeli beri, ilk defa olarak bir adamla kanının kaynaştığını anladı ve onun da kendisinden hazzettiğini görünce, gönlünde tekrar bir yaşama arzusu buldu.

Vecihi Paşazade İrfan Bey, Halep civarlarındaki babadan kalma geniş bir çiftliği kurtarmak için İstanbul'dan Şam'a gelmişti. Elinde kuvvetli tavsiyeler vardı. Hükümetle temas ediyor, kolaylık görüyor, lazım olan tapu suretlerini çıkarıyor, tanıştığı Hilmi Efendi'den ayrılmıyordu. Kısa bir müddet içinde iki taraf birbirlerini iyice öğrenmiş, aralarında ayrı gayrı kalmamıştı. İrfan genç, dinç, becerikli ve ağırbaşlı bir İstanbul çocuğuydu. Siyasetle alakası yoktu. Bütün emeli, parlak bir refah devrinden sonra hemen hemen sefalete düşmüş olan ailesini geçim zorluğundan bir derece olsun kurtarmak, kız kardeşlerini haysiyetlerine uygun bir şekilde evlendirmekti. Yakında Halep'e gidecek, çiftliğe musallat olan yabancıları atacak, araziden istifade yolunu temin edip tekrar memleketine dönecekti. Bir gün Hilmi Efendi'ye dedi ki:

- Burada işsiz güçsüz kaldığınız için kendinizi büsbütün kedere kaptırmışsınız. Sizin vaziyetinizde bulunan arkadaşlarınızla da uyuşamıyorsunuz. Onların çoğu hem idraksiz hem huysuz adamlar... Gözlüklü İhsanın komiteci vaziyeti almasına da itimat etmeyiniz. Belki de muhalif görünerek etrafındakileri kontrole memur edilmiş bir gizli ajandır. Aileniz hakkında size getirdiği cevap, daha ziyade, hükümet kanalından temin edilmişe benziyor. Aralarından sıyrılıp kurtulmanız ne iyi olacak... İşimi muvaffakiyetle bitirebilirsem çiftliğe yerleşirsiniz: bana vekâlet edersiniz, gözüm de arkada kalmamış olur.

Nihayet bu kararla İrfan yola çıktı ve bir bahar akşamı Şam treninden Halep'e indi.

Şehrin yabancısıydı. Yarıma koşan otel simsarı milliyetini sormaya lüzum görmeden, kendisiyle Türkçe konuşmaya başladığı için fazla düşünmedi, adamın arkasına takıldı.

Çifte beygirli bir faytona bindiler. Önlerine ucu görünmeyen dümdüz, upuzun, parke döşenmiş bir cadde çıktı. Tam arkadan vuran akşam güneşi, değirmen arkına düşen dere gibi, yatağından koparak bütün coşkunluğu ile bu yola dökülüyor, daraldığı için daha keskinleşiyor, ışıklı köpükler saçarak akıp gidiyordu. Araba bir ışık akıntısına kapılmıştı. Etrafta boş arsalar, daha ötesinde kalınlı inceli minareler, kiremitsiz damlar, kül renkli bir taş yığını. Şehir yok gibiydi.

Meskûn olmaktan ziyade, ahalisinin kaçıp gittiği bakımsız ve bekçisiz bir felaket beldesini andırıyor, yavaş yavaş çöküp taşa toprağa karıştığı hissini veriyordu. Hanlar, kervanlar, kervansaraylar diyarı olan, çarşı ve pazarlarından alış veriş, gidiş geliş, kalabalık ve yaygara, bir büyük şehir sanılan ticaret ve eğlence memleketi koca Halep, meşhur Halep, saz şairi Türk'e:

 

İşte geldim, gidiyorum;

Şen olasın Halep şehri..

dedirten ve asırlardan beri karagöz oyunlarında (Beberuhi)'ye:

 

Bindim dolaba İndim Halep’e,

Paraları verdim ' Rakı, şaraba...

türküsünü söyleterek bu şehrin bir safa beldesi olduğuna bizi inandıran Halep, şu harabe mi? Yol o kadar tenha görünüyor ve tek tük evler sımsıkı örtülü duruyordu ki, İrfan'a kendinin ve başka bir sürü yolcunun nereye gittiğini ve nerede barınacağını düşündürüyordu. İçine hüzün, zihnine şüphe düşmüştü. Sonra gözleri Halep kalesine ilişti. Halep kalesi? Onun heybeti, ova ortasında birdenbire şaha kalkmış gibi dimdik duruşunda, tek yükseklik olarak çöle göğüs gerisindeydi. İstanbul'un, kovuklarında incir dallan fışkırmış, sırtları yeşil yamaçlara dayalı, gölgeleri oynak sularda sallanan hisarlarında bu vahşi bakışlı, yalnız kendisine güvenen kararlı vakar yoktu. İstanbul surları ve kaleleri, renkten renge giren bostanlar, çayırlar, denizler içinde allı yeşilli yalılar, köşkler, konaklar, arasında süs için başka yerlerden getirilmiş ve münasip yerlere oturtulmuş yabancı abideler, dekorlar sanılırdı. Bu manzaralara bakınca insan, İstanbul’un harp gördüğüne hemen hemen inanamazdı. Harp görse de, bu harbin çöllerdeki kadar korkunç olamayacağı muhakkaktı.

İstanbullular eski hisarlarını eğlence yerleri haline getirmişler, burç ve bârûları evlerinin bahçelerine almışlar, köşklerine destek, kuzularına ve keçilerine otlak yapmışlardı. Kale dipleri dinlenilen, gezilen, ziyafet verilip sevişilen bahçeler, bostanlar, çayırlardı. Bu hisarlar, ehlileşmiş vahşi hayvanlar gibi, heybetlerini vakarlarını kaybetmişlerdi.

Fakat Halep kalesi, ayağının altında uzanan şehre hâlâ karışmamış, ne o şehrin seviyesine inmiş, ne de şehir onun mevkiine tırmanabilmişti. Yüksekte hâlâ usanmaz bir gözcü, bir silahlı muhafız gibiydi. İnsana, delik deşik bağrından, birdenbire:

- Yasak!...

diye sert bir emir çıkacak zannettiriyordu. İrfan onun karşısında ne kızıl rengi ne de ay ve yıldızı olmadığı halde, kendi bayrağını görüyormuş gibi sıcak, tatlı bir çarpıntı duydu. Zihninden acayip bir fikir zincirlemesi geçirerek, Hilmi Efendi'yi de hatırlamıştı. Evet, henüz sebebini bilemiyordu ama Halep'e gidince ona bu şehir, yeni ve zavallı dostunun hayatiyle kuvvetli, gizli bir münasebeti var gibi gelmişti. "Zahir getireceğim için daha fazla düşünüyorum da ondan..." diye bu esrarlı duygu ve heyecanı iyiye yordu.

Şimdi memleketin içine girmişlerdi. Kalenin mânâlı manzarasını, ahşap cumbalarına bakınca taştan yapılmış, sapasağlam binalar olduklarına inanılmayan, bücür, gösterişsiz evler örttü. Daha o tarihte, 1924'te tramvay, elektrik, asfalt, modem binalar yoktu. Eğri büğrü parke taşlarının nal ve demir çemberlerle bir teviye çarpışması, şehri sersemletici bir şamataya boğmuştu. Hava sanki örs ve çekiç arasında durup dinlenmeden dövülüyordu.

Bir köşeden saptılar: Eski şeklinde Yenicami arkasını hatırlatan sefil bir kargaşalık... Kebapçı dükkânlarının kokusu sinmiş, pişmiş köfte dumanı dalgalanan bu adi meydanda pek kaba, tamamıyla üslûpsuz bir saat kulesi göründü. Başlarında siyah kalpak, üstlerinde, yazlık elbise askeri bir mızıka takımı kule dibinde, güneş gözlerini süngülemiş bir halde bozuk düzen bir şeyler çalıyordu. Ne görünüşte bir mehabet vardı, ne de besteler heyecan veriyordu. Bir köşe daha döndüler ve durdular..."

TÜRK ROMANLARI, ŞEMŞETTİN KUTLU, TOKER YAYINLARI

SON EKLENENLER

Üye Girişi