Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

KİTAP KORKUSU

Kitaptan niçin korkarlar? Bunu bir türlü anlayamadım. Kitaptan korkmak, in­san düşüncesinden korkmak, insanı kabul etmemektir. Kitaptan korkan adam, insanı mesuliyet hissinden mahrum ediyor demektir. "Bırak, senin yerine ben dü­şünüyorum!" demekle, "Falan kitabı okuma!" demek arasında hiç bir fark yoktur. İnsanoğlu her şeyden evvel mesuliyet hissidir ve bilhassa fikirlerin mesuliyetidir. Ondan mahrum edilen insan, kendiliğinden bir paçavra hâline düşer.

Şüphesiz insanı korumamız lâzım gelen vaziyetler vardır. Fakat bu vaziyetler daha ziyade ferdin kendi dışındaki vaziyetlerdir. Bir insanı kendi içinde, düşün­cesinin mahremiyetinden korumağa hakkımız yoktur.

Ortaçağ'dan bugüne kadar gelen zaman içinde insanlığın belki en büyük ka­zancı bu basit hakikati kendisine mal etmesidir.

Ahmet Hamdi TANPINAR, Yaşadığım Gibi, s. 58-59

 

SERVETE DAİR

Servete, faziletin yükü, demekten daha iyi bir ad bulamıyorum. Ordu için ağır­lığı ne ise, fazilet için de servet odur. Atılamaz; geride bırakılamaz. Sonra da yü­rüyüşlere engel olur. Hatta bazen ordu, ağırlığa bakayım derken, savaşı kazana­maz. Kazansa bile pahalıya mal olur. Bütün bir servetin, gerçek, hiç bir faydası yoktur. Belki etrafa dağıtmak için olur; o kadar. Ondan ötesi hayâl... Bakın Süley­man ne diyor; "Malın çok olduğu yerde yiyiciler de çok olur. Mal sahibine seyir­den başka ne düşer?"

Kurumlanmak için servet peşine düşmeyin. Hakkıyla kazanın; ölçü ile sarf edin. İçiniz yanmadan dağıtın; gönül rızası ile de bırakın, ama bir filozof, bir papaz gibi de parayı hor görmeyin.

Zengin olmanın birçok yolları vardır; hemen hepsi de kötüdür. En iyilerinden biri tutumlu olmaktır; ama bu da kusursuz değildir. Çünkü insanı cömert olmak­tan, hayır işlemekten alıkor. Toprağı işlemek en tabii zengin olma yoludur. O za­man servet toprağın, o büyük anamızın bir nimeti olur. Ama bu iş ağır ilerler. Yi­ne de zengin olanlar, çifte çubuğa sarılmayı küçük bulmazlarsa servetleri hadsiz hesapsız artar.

Küçük sanatlarla, meslek erbabının kazançları haklarıdır. Bu türlü kazanç iki şeyle artar: Gayret göstermek, temiz ve doğru iş görür sanım kazanmak.

Tefecilik, kazanç yollarının en eminidir; ama en kötülerinden de biridir. Çün­kü böylelikle insan, ekmeğini başkasının alın teri ile kazanmış olur. Üstelik gü­nah işler,

Hep, kazanç muhakkak olan işler bekleyen insanın çok zengin olduğu nadir­dir. Bütün malım birden tehlikeye sokan kimse de çokçası iflâs eder, yoksullaşır.

Serveti hor görenlere sakın inanmayın. Hor görürler, çünkü artık ele geçire­ceklerini ummazlar. Ele geçirince de böyleleri, zenginlerin en kötüsü olurlar. Me­teliği arayacak kadar cimri olmayın, servetin kanatları vardır, bazen kendiliğinden uçar gider... Bazen da, belki daha fazlasını getirir ümidiyle sizin uçmanız ge­rekir,

Francis Bacon, Denemeler,

Çeviren: Saffet KORKUT 

    

SÜRÜ ADAMI

Bir adam vardır ki, hiçbir düşüncesinde, hiçbir hareketinde "kendi kendisi" olamaz. Ne düşünse, ne yapsa, ne söylese kendini değil, men­sup olduğu sosyeteyi, ırkı, muhiti ve dışarıdan aldığı telkinleri dile getirir. Kendiliğinden hiçbir şey bulmamıştır. Başka birinin sisteminden aldığı fi­kirleri ve akideleri o sistemin sahibinden daha softaca müdafaa eder. İra­desi de böyle dışarıdan gelme, yanaşma, iğreti bir hareket mihrakıdır. Bil­mez ki, asıl kendi kendisi, kendi içi, sonsuz imkânların, keşfedemediği için körleşen ve tıkanan istidatların tükenmez hazinesidir. Örneğini ken­dinde değil, hep dışarıda aradığı bir muayyen bir fikre, bir akideye başka­sının kurduğu sisteme bağlanır, kalır. Artık ölünceye kadar hiçbir hayatın her şeyi her gün değiştiği hâlde o, sakallı feylesofundan yahut iktisatçı şeyhinden bellediği hiç değişmeyen bir kaç âyet içinde kalmaya mahkûm, ilerlediğini sanarak yerinde sayacaktır.

İçinde hep sürü insiyaktan teptiği için, şahsiyetten mahrum, insana en uzak insandır bu. Bir ferttir, fakat şahıs değildir, çünkü onu teşhis için kendisine bakmaya hiç lüzum kalmaksızın, çömezi olduğu ideolojinin, içinde uyuştuğu telkin âleminin firmasını bilmek, onu iptonize eden sakal­lının adını öğrenmek yetişir.

Bu sürü adamlarının yüz bin tanesi bir tek şahsa muadil değildir. Nüfusunu gerçekten artırmak isteyen bir memleket, bunların sayısını azaltmakla işe başlamalı ve fertlerden değil, şahıslardan mürekkep bir sosyete kurmanın yoluna bakmalıdır.

Peyami SAFA

 

BAŞPARMAK

İnsanın en asil uzvu hangisidir? diye sorsalar hepimizin vereceği cevap budur: Dimağ! Hâlbuki dimağdan daha yüksek ve hattâ insanı diğer yaratıklardan ayıran ve onu bütün hayvanlara nazaran üstün bir mevkie çıkaran dimağ değil, sadece elinin başparmağı imiş. Başparmağın diğer parmaklarla birleşip iş görebilecek bir vaziyette olmasıdır ki in­sana unsurlar üzerinde üstünlük imkânını veriyor. Bunu söyleyen tabiat tarihi ilmidir.

Gerçekten birçok hayvanların parmakları yoktur, parmakları teşek­kül etmiş olanlarda ise başparmak, insanda olduğu gibi elin diğer par­maklarıyla uyuşamadığından faydalı bir iş görecek vaziyette değildir.

İlk insan, zekâsıyla değil, sırf elinin biçimi sayesinde taştan bir balta yapmağa muvaffak olarak ağaç dallarını kesmiş ve mağara dışın­da, güneş ve gökyüzü altında, ilk mimarî eseri yaratabilmiştir. İnsan me­deniyetine başlayan, çekici ve testereyi tutan ilk eldir. Dağda, çölde ve or­manda hayvan olarak kalan yaratıkların hepsi başparmaklarını kullanamadıkları için şehirler kuramamış, evler inşa edememiş ve netice­de bir medeniyet kurmağa muvaffak olamamıştır.

Başparmak, insan medeniyetinin yarısını vücuda getirdikten son­radır ki, dimağ, kemik mahfazasında tabiî uykusundan silkinerek konuş­mağa başlamış ve belki insan işlerine karışması faydadan ziyade zarar vermiştir.

Aklın başparmağa nazaran esaret veya galibiyetine göre medeni­yet ilerlemiş veya gerilemiştir. Bütün taş ve demir sanayii başparmağın, felsefe ve edebiyat gibi boş hünerler de zekânın eseridir. Ortaçağı akıl, bugünkü Amerika'yı ise başparmak yapmıştır.

Bizde de başparmağın akla ve ukalalığa üstün gelmesini temenni etmek hepimizin Kutsi bir vazifesi olmalı.

Ahmet HAŞİM

 

İLGİLİ YAZILAR

11.SINIF DENEME SLAYTI

DÜZYAZI TÜRLERİ TEST -DENEME 

DENEME ÜZERİNE BİR DENEME

DENEME ÖRNEKLERİ

DENEME ÖRNEĞİ-GÖZ CANLININ NERESİNDE?

DOSTLUK-DENEME ÖRNEĞİ

DENEME ÖRNEKLERİ - MUSTAFA KUTLU'DAN

 

 


 

ASLAN SÜTÜ

"Aslanın vücudu, yediği hayvanlardan mürekkeptir". Valery'nin, şairin, ken­dinden önce gelen şairlerle ilgisini anla­tan bir sözü. Fakat bu söz, şiir dışı alan­larda da geçerli. Hele devletler arasında­ki tek prensip bu, fiilen.

Aslanın vücudu böyle. Ama ruhu? İş­te o, tam kendine mahsustur.

Aslan, her şeyden önce kendini ormanların başı olarak bilir. Bu­na inanır ve bunda samimîdir. Demek ki aslan olmanın birinci şartı, aslan olduğuna inanmaktır. Her aslan olduğuna inanan aslan değil­dir; ama her aslan, aslan olduğuna inanır.

Aslan, aslan olduğunu bilmekle kalmaz, bunu bildirir de. Orman­da aslanın aslan olduğunu bilmeyen tek hayvan yoktur. Öbür hay­vanlar için aslanın gözleriyle bile karşılaşmak tehlikelidir. Onu kükre­yişinden tanırlar, ta uzaklardan bile. Görünüşündeki haşmet, bakı­şındaki şiddet, bir yerden geçerken yer çökerten ayaklarıyla çıkarttı­ğı güçlü ses, bir hayvanın üzerine atılıp onu parçalayışından kesin­lik, aslanın aslanlığını apaçık kılan, Süleymaniye'nin bütün parçala­rına sinen mimarî uygunluk gibi aslanı tezatsız yapan özelliklerdir.

Bu, şiirde böyle, resimde böyle, fikirde böyle, şahsiyette böyle; kişiler arasında böyle, topluluklar arasında böyledir.

İlkin aslan olmalı; bunun için de aslan olduğuna inanmalı, aslan­lığın yuva şartlarını kurmalı, aslanın eğitim sistemlerini benimseme­li; çocukları aslan sütü olan "hakikatle beslemelidir

Bu aslan sütüyle beslemeli. Yoksa aziz bir nimet olan üzümün, yasak bölgeye sürülmüş, dejeneleştirilmiş çocuğu rakıyla değil!

Aslanın en dayanmadığı, aslana en yabancı, en uzak şey, şüp­he ve tereddüttür. Aslan, baştan tırnağa som ve yekpare bir inanma vak'asıdır.

Atalarımız Müslüman Türkler, aslanın sanki insandaki doğuşuydular. Yani insan aslandılar. Bunun için değil midir ki bir Selçuk efsa­nesinde, küçük Alparslan'ı bir şahin kaldırır ve bir aslan emzirir.

Büyük İslâm şairi, Kaside-i Bürdenin büyük mimarı, Kâab bin Züheyr, şiirinde Peygamberi, iç içe aslan yataklarının en içindeki saray­da oturan bir aslanlar ülkesinin başkanı olarak anlatmış değil miydi?

Hz. Ali'nin lâkabı "Allah'ın aslanı" değil miydi?

Yalnız, aslan olabilmek için, nasıl öbür vücutları pençe içinde ha­mur gibi yoğurmak gerekirse, aslan bir topluluk olabilmek için de gel­miş geçmiş kaç kültür ve medeniyet varsa hepsini beynin pençesin­de eritmek, kalbe aslana yakışır bir inanç ve cesurluk yerleştirmek, el, ayak ve vücudu dolaşan bir kanla, bir aslan kanıyla toprağı donat­mak ve sonra o yürek, beyin, ruh ve pençe arasında "aslan ahengi­ni ve dengesi"ni kurmak gerekir.

Sezai KARAKOÇ, TDK, Güzel Yazılar, Denemeler 

İLGİLİ YAZILAR

11.SINIF DENEME SLAYTI

DÜZYAZI TÜRLERİ TEST -DENEME 

DENEME ÜZERİNE BİR DENEME

DENEME ÖRNEKLERİ

DENEME ÖRNEĞİ-GÖZ CANLININ NERESİNDE?

DOSTLUK-DENEME ÖRNEĞİ

DENEME ÖRNEKLERİ - MUSTAFA KUTLU'DAN

 


 

HAMLE ZAMANI

Bir zamanlar Avrupa'da fizikçiler arasında önemli bir tartışma vu­ku bulur. Kâinattaki varlıklar acaba kendi içine mi bükülüyor? Eğer öyleyse onları çeken bir boyut olmalı ve bu da ancak olsa olsa dör­düncü boyut olabilir. Üç boyutlu mekâna alışmış insanların bunu ka­bul etmesi elbette imkânsız. Ama bir boyut düşüncesi fizikçileri memnun etmiş. Ne de olsa bir başka nefes alınacak iklime kanatlan­mak yolu açılıyor. Hemen ardından kâinatın genişlemesi kızıl ışın şeklinde spektroskoplara yansıyınca bu tatlı ve ferahlatıcı düşünce biraz dahi olsa ekşimiş. Zira nebülozların bizim Samanyolumuzdan sür'atle kaçış izleri fizik dünyasında ardına düşülemeyecek kadar hızlı bir koşu imajı oluşturduğundan bir bıkkınlık, bir kırgınlık husule getirmiş. Çapını ölçmeye yakın bir çizgiye gelmişken birdenbire el­den uçan bir hayal, hasreti gönüllerde kalmış bir sevda. Kâinat ge­nişliyor, evet içe bükülen kâinatın nedir bu dışa sonsuz koşusu. Ar­tık dışa doğru müthiş bir istek ve arzuyla yarışa geçmiş bir kâinat modeliyle karşı karşıyayız.

İnsanlık âleminde de aynı böyle bir içe bükülüş ve dışa doğru hızlı bir maraton var. İnsanlar bir taraftan kendi özleriyle meşgul olur­ken bir taraftan da genişleme arzu ve isteğiyle çırpınıp durmaktalar. Ülkelerin kabına sığmayan fetih politikaları ve insanlığın dış dünya­ya doğru füzelerle düzenlediği yarışlar bunun en belirgin göstergesi. Durağan hiçbir cisim olmadığı gibi, durağan bir kâinat modeli ve in­sanlık âlemi de hayalden başka bir şey değildir.

Öyleyse bizim de bu koşudaki yerimizi almamız gerekiyor, içdünyamızı fethe koyulmuş, onun cezbiyle mütelezziz olmuşken ve kalb ve gönül dünyamızın ekseni etrafında dönerken dış dünyaya doğru bir hamle ve mesaj sunma gayretiyle bitmek tükenmek bilme­yen bir koşuya koyulmamız gerekir. Durağan cisimler nasıl bir hayalse, durağan kalmak da hem toplumlar açısından hem de fertler açı­sından asla mümkün değildir. Öyleyse iç ve dış aksiyon vazgeçilmez bir kanun. Hem özümüzü hem dış dünyayı fetih için azim ve ümit ka­natlarıyla sonsuz ufuklara kanatlanmamız insan olmanın rüknü. Yok­sa bizi bu bitmeyen koşunun kulvarında durdurmazlar; ya ezer ge­çerler veya bir kenara iterler. Yani ya koşmak ya da koşmak vede ipigöğüslemek şart bila şart...

Fizikçilerin içe bükülen kâinat, kendi üstüne kapanan mokan mevhumu gayet güzel bir fikir. Lakin bizden kaçan bir galaksiler şehrayininde şaşırıp kalmaları anormal. Bence içe bükülen kâinat mode­linde bir dördüncü boyut aramak fikri ne kadar doğruysa dışa doğru müthiş bir hızla kaçış da o kadar bir başka buudun işareti değil midir? Bizi kendi içimize büken bir kudret, özümüzü keşfetmeye davet eden bir güç var. Aynı güç bizi dışa doğru açılmaya sevk ediyor ve mesajımızı dış dünyaya duyurmaya çağırıyor.

Kendi benliğini unutmuş insanlık, özünden kopmuş vemillî birliğini tanımaz olmuş toplumlar elbette bu fizikî yasaya uymayan kitle­lerdir ki sonları kural ve kanun tanımazların sonunabenzer bunların Dışa açılmayan ve dışta sesini soluğunu duyuramayan, mesajlarını dış dünyaya yayamayan kitleler de aynı kanun tanımazlık veisyan çemberinde boğulmuş olurlar.

Kendi içimize büküldüğümüz nispette kitleler halinde dışımıza bükülmek ve bir fetih yarışında en ön sırada yer almak fıtrî bir yol, yaydığımız bu yörüngede radyasyonlar ise hak ve hakikat ışığı ol­malı.

İlk onlar diye isimlendirilen kâinatın temel taşı bilinen elektron, nötron, pozitron, negatron, foton vb. benzer parçacıklar nasıl fizikçilerin en büyük keşifleri sırasına geçmişse, milletleri ayakta tutan dil, din, bayrak, vatan gibi kural ve kaideler yani bizim asla vazgeçeme­yeceğimiz temel dinamiklerimiz de ilkler sırasına geçmeli ve önem görmeli değil mi?

Fizikî dünyadaki temel kavramlar nasıl artı ve eksi yüklü parça­cıklar diye ikiye ayrılıyorsa ve bu yasa kâinatın atomlar dünyasında en önemli sacayaklarını oluşturuyorsa insanlık âlemi de özünde iyi ve kötü, negatif ve pozitif yönleriyle ayakta durmaktadır. Yani insan iyilik ve kötülüğün aynı merkezde temerküz ettiği bir dünyayı kendi üstüne kapalı olduğu çekirdeğinde kökünde taşımaktadır, iyi - kötü savaşı her zaman olagelmiş önüne geçilmez bir kavga olsa da ken­di içinde ve dış dünyada iyi ve kötü çekişmesinde bize düşen görev pozitif yönümüzü geliştirmek ve nefis, ene benlik, günah işleme meyli gibi negatif yönümüze önem vermemektir. Tabiî bunu yapar­ken dış dünyadaki kara delikleri ve dış fetih hengâmında karşımıza çıkacak girdapları ve ölüm vakumlarını da nazar-ı itibara almak ge­rekir.

Dördüncü beşinci boyut düşüncesi millet olarak bizi iç ve dış fet­hine çekerken bütün boyut ve buudların yöneldiği bir yönü de asla unutmamak gerekir. Yer ve göğün ister istemez geldik dediği yöne gönül süvarimizi nefis ve benlik atımızı sürmemiz gerek...

Atbaşı nebülozu gibi şahlanıp uzayın sonsuzluğunda ipi göğüs­lemeye koşmamız ve bitmez tükenmez mesafeler aşmamız insan ol­manın, inanmış olmanın ve kul olmanın gereği...

Öyleyse ey arkadaş! Kendi içine kapanan ve üstüne bükülen kâi­nat modelinde olduğu gibi özün millî dinamiklerine, asıl benliğine, ru­huna, kalbine, vicdanına doğru bükül. İçini keşfet, kendini tanı, iç dünyandaki seni ayakta tutan temel unsurları bil ve anla. Sonra dışa doğru bir hamle yap içinden kopmadan özünden taviz vermeden, iyi­lik ve güzellik duygularından bîgane kalmadan, seni daima diri ve ceyyit tutacak his ve duygularından uzaklaşmadan dışa doğru yönel ve o iklime bir güz gibi açıl... Mesajını sun, ışığını gönder, aksiyonu­nu tamamla ve ipi göğüsle. Bu ise var olma ve ebediyete kanatlan­manın ilk ve vazgeçilmez şartıdır bunu bilmiş ol.

Öyleyse ey milletim! Sen de dil, din, tarih, bayrak ve vatan gibi kudsî dinamiklerin ve seni ayakta tutacak kaynaklarını tanı ve asla bu temel taşlarından ayağını kaldırma. Yoksa ayağın kayar ve yok­luğun girdabına yuvarlanma tehlikesi yaşarsın. Senin de bu temel unsurlara bağlı kalırken elbette dıştaki ekonomi, tarım, bilim, teknik ve sanayileşme gibi kuvvet ve kudret işareti adımlarınla koşuna de­vam etmen en uç noktaya zirveye ermen gerekli. Birincisi içine ka­panma ve kendi öz murakabe ve muhasebeni yapmaksa, bunun ikincisi dış dünyaya kanatlanma ve sonsuz ufuklara yelken açmaktır.

Evet, dördüncü ve beşinci buud polat yürekli koşucularını bekli­yor. Ne dersiniz... Hamle zamanımız gelmedi mi?

Mehmet ERDOĞAN, Bu Senin Hikâyen

İLGİLİ YAZILAR

11.SINIF DENEME SLAYTI

DÜZYAZI TÜRLERİ TEST -DENEME 

DENEME ÜZERİNE BİR DENEME

DENEME ÖRNEKLERİ

DENEME ÖRNEĞİ-GÖZ CANLININ NERESİNDE?

DOSTLUK-DENEME ÖRNEĞİ

DENEME ÖRNEKLERİ - MUSTAFA KUTLU'DAN

 


HAYAT ÜÇ GÜNDÜR

Bulut bulut bembeyaz bir rüyadır çocukluk. Sonraya sadece ha­tırlananlar kalır. Kenarı tırtıklı sararmış fotoğraflardır vesikaları! Ve yakın akraba sohbetlerinde, "Ben çocukken..." diye başlayan bir motif... Büyüklerle beraber sahura kalkma heyecanı... Ama bir türlü iftar gelmez.

Karnı acıktıkça zaman uzar, geçmez olur. Sonra yarım günlük oru­cun bir büyüğe satılışı... Ardından "Bugün yarım oldu ama yarın tam tutacağım..." diyekarar veriş... Daracık tozlu yollarda hayatın birinci günü bitiverir... "Ben çocuk değilim, büyüdüm..." havaları eser...

Gençlik pespembe... Bütün renkler pembenin tonlarıdır... Bırak­tığı iz çocukluğa göre daha çok... Bir dolu heyecan... Vatan kurtarma fasılları... İnsan çocukken gerçeklerden habersiz, gençken gerçekle­rin seyircisi... Ama ne seyircilik!... Hep yüksek perdeden yorumlar: "Ben olsaydım..." diye başlayan. Gerçeği yaşayanları küçük görmek ve tenkid... Gençlik işte... Dünyayı kurtarmaya kalkışan enerjiden böylesi sapmalar beklenmez mi? Ya oruç?... Sokaklarda "Oruç mu­habbeti" vardır. "Ben üç senedir tutuyorum..." veya "Ekrem tutmuyor­muş. Çünkü evde kimse sahura kalkmıyormuş..." Sonra bir teklif: "Haydi top oynayalım..." Bu teklife itirazlar: "Oruçluyuz yahu...", "Za­ten susadım. Bir de oynarsak, dilim bir karış sarkar..." Ama ilk çocuk ısrarlı: "Aaaa, amma da hanım evladısınız. Bir oruç tuttunuz, bayılmadığınız kaldı. Zaten İftara iki saat var. Oyun oynarız, vakit çabu­cak geçer..." Aslında vakit çoktan geçmiştir bu tartışmalarla ve se­vinçli bir koşturmaca başlar evlere doğru... "Anne, ne yemek var?"

Ya sonrası...

Sonrası ömrün üçüncü günü... Gençlikten sonrası yâni... Olgun­luk ve ihtiyarlık diye ayırmaya değmez. En güzel iki gün, çocukluk ve gençlik geçip gitmiş zaten...

Son fasıl ağır... O, gençken hafife alınan gerçek, gelip tokadını atıveriyor. Belli belirsiz bir kambur çıkıyor. Omuzlar hafif çöküyor. Hani insan, elinde olmadan düşünerek konuşuyor. Eee, rastgele ko­nuşmaların faturası adam ediyor adamı... Bir zamanlar şimşekler ça­kan gözlerde alabildiğine derin ifadeler var. "Hayat bu, kolay değil..." İnsanın diline takılıveriyor işte. Her rüzgârın ardından sürüklenen bir yaprakken zaman sizi parselliyor. Sabah sekiz otuz ve akşam altıda otobüs durağının sakinlerinden oluyorsunuz.

Ramazan size tatlı tebessümler getiriyor, işten erken çıkıyorsu­nuz çoğu zaman.

Fırına koşturuyorsunuz. Pide için kuyruğa giriyorsunuz. Kuyruk­ta beklerken eve girişinizi hayal ediyorsunuz. Çocuklar ellerinize ba­kıyor. Allah'tan ramazan... Patronunuz ikramiyenizi vermiş. Eve eli­niz boş girmiyorsunuz. Bir hoş oluyor içiniz. Adamlığın keyfi ve hu­zuru sarıyor içinizi...

Ve ömür geçiyor. Hafta sonu tatilleri iki ders arasındaki kısa te­neffüsler gibi...

Yaz tatili mi?

O üçüncü günün sonunda...

Murat BAŞARAN, Sevmek Ölmekle Başlar

İLGİLİ YAZILAR

11.SINIF DENEME SLAYTI

DÜZYAZI TÜRLERİ TEST -DENEME 

DENEME ÜZERİNE BİR DENEME

DENEME ÖRNEKLERİ

DENEME ÖRNEĞİ-GÖZ CANLININ NERESİNDE?

DOSTLUK-DENEME ÖRNEĞİ

DENEME ÖRNEKLERİ - MUSTAFA KUTLU'DAN

 


 

RUSYA

Sert rejimler ve onların değişimi çabaları ile dolu ürkütücü ve bir o kadar da hayranlık uyandırıcı bir tarihe, insanlık tarihinin en cesur ama felâketli deneyimlerine sahip olduğu için Rusya'nın hapishane­leri de çok.

Koskoca bir Rus edebiyatının milâdıdır Puşkin. Parmaklıkların altına konup kalkan bir kartalı ve onunla ruhunun özgürlüğü arasın­da kurduğu benzerliği anlattığı "Tutsak" adlı şiirinde,

Zindandayım, nemli bir karanlıkta,

derken kendisinden sonra boy verecek bütün Rus edipleri hak­kında kehanette bulunur gibidir. Çünkü toprağa bağlı kölelik sistemi­nin son derece katı biçimde uygulandığı çarlık Rusya'sında köleleş-tirilmiş muztarip halkın 1917 Bolşevik Devrimi'ne giden yoldaki efen dileri gibi "sahipleri" de eli kalem tutan soylulardı. Ve bir kısmı devri mi görmeyecek kadar erken yaşamış olsalar da geriye yazdıklar kaldı.

Babalar ve Oğullar'ın yazarı Turgenyev, Ölü Canlar yazarı Gogol’un ölümü üzerine bir yazı yazdı. Yazısını sansürden kaçırarak yayımlamayı başardı ama neticeten bir ay kadar hapis yattı. Çünkü gerek Ölü Canlar yazarı, gerekse Turgenyev, toprağa bağlı kölelerin de insan olduklarını hesaba katmaya başlamışlardı ve bu fark ediş çar nezdinde yeteri kadar ihtilâlci bir düşünce profili veriyordu. Çernişevski. Rusya'nın ünlü tenkitçisi. Dostoyevski ile aynı sıralarda yaşadı. 1861'de Rus köylülerine seslenen bir beyanname yayımladı. ihtilâlci hareketleriyüzünden tutuklanması gecikmedi. Hapishaneye koyuldu. Petrapavlovsk hapishanesi. Ve ihtilâlci gençliğin başyapıtlarından biri olan "Ne Yapmalı" isimli romanını hapishanede yazdı. Ardından Sibirya'ya sürüldü ve saire ve saire.

Dostoyevski. Hangi harflerle yazmalı? Sıradan bir insanı tüketebi­lecek ne varsa, onlar Dostoyevski'ye yakıştı. Hapishane ve sarası. 1849'da devrim propagandası yapmaktan tutuklandığında evvela St. Petersburg şehrinin en eski yapısı olan Aziz Peter ve Pavel Hisarı'nda (Petrapavlovsk) Trubetskoy Burcu'ndaki hücrelerden birine koyulmuş­tu. Bu kale Büyük Petro tarafından savunma amaçlı olarak kurulmuş fakat zindan olarak kullanılmaya başlanmıştı. Trubetskoy Burcu'nun politik suçlular için düşünülmüş hücrelerinde ilk yatanlardan biri de Bü­yük Petro'nun asi oğlu Aleksey olmuştu. Mahkûmların birbirleriyle ve gardiyanlarla konuşmasının şiddetle yasaklandığı zindanda zaman içinde Lenin'in ağabeyi Aleksandr'ın da aralarında bulunduğu yüzlerce bolşevik, bu arada Gorki ve Troçki de yatacaklardı.

Dostoyevski, Petraşevski davasından Trubetskoy Burcu'na hap­sedildiği zaman idama mahkûm edilmişti. Ancak affedildikleri ve ce­zaları hapse çevrildiği halde idam sahnesi sonuna kadar oynandı. Stephan Zweig, "Bir Yiğitlik Anı"nda meşhur sahnenin oynanışını de­rin bir sezgi ile anlatır:

Onu gece yarısı uykusundan uyandırıp sürüklerler. İdam alanın­da sabah ışığı titreye titreye kanamaktadır. Bir teğmen dokuz kişiye haklarındaki kararı okur: Ölüm! Dostoyevski'nin (ki metinde "adam" olarak zikredilmektedir) sırtına ölüm gömleği geçirilir. Sıcak bir ba­kışla arkadaşlarını selâmlar. Rahibin elindeki haçı öper. Direklere bağlanırlar ve gözleri de bağlanmadan önce o, görebildiği her şeye son bir kez bakar.

Ve adam

Bu gördüklerinin

Sonsuz körlükten önceki son görüntü olduğunu biliyor Bütün bir kaybedilen geçmiş ve göğsünü dolduran yüzlerce şey ruhunda çağıldar. Kazak askerlerinden oluşan ölüm mangası, tüfek­lerin mekanizmasını şakırdatır. Trampet sesleri havayı parçalar. Sa­niye bin yıl olur. Fakat son anda: Dur! Çar adına! Beyaz bir mendil sallanır ve bir subay af emrini okur. Dostoyovski'nin bütün ıztırap çe­kenlerin seslerini ve bütün bu seslerin eşsiz bir uyumla gökyüzüne doğru yükseldiğini fark etmesi o anda olur. "Yıldızın Parladığı An."

Zweig'in ısrarla Dosto'da görüp de hapse düşmüş olan diğerle­rinde, Verlaine'de, Wilde'da göremediğini ifade ettiği şey budur işte. Kendi ıztırabında bütün bir beşeriyetin ıztırabını görerek bu yaradan korkmamayı öğrenmesi. Bu çok engin bir deneyim, herkese nasip ol­mayacak bir yaşantıdır. Fakat bedeli çok ağırdır. Sonsuz acılar için­deki evreni bir an içinde ve bütün varlığı ile hissetmesi Dostoyevski'ye ilk belirgin sara nöbetini armağan eder. Ve o anda, oracıkta, ağ­zından köpükler saçarak yere yığılıverir:

Ak köpükler sızıyor dişlerinin arasından

Değişiyor çizgileri yüzünün

İhtilâçlar içinde

Ama mutlu gözyaşları

Sırtındaki ölüm giysisini ıslatmakta

Dostoyevski'nin bundan sonra olacağı ve yazacağı ne varsa hepsi de bu "an"da özetlenmiştir. Bakışları

Öyle başka, bambaşka Öyle kapanık ki içine Ve titreyen dudaklarının çevresinde Karamazovlar'ın sapsarı kahkahası sallanmakta Ölüm cezası ağır hapse çevrilmişti. Sibirya'da bir kale olan Omsk Hapishanesi'nin yolu böyle açıldı Dostoyevski'nin önünde. Al­tıgen bir avlunun içindeki Omsk Kalesi'nde dört yıl âdi suçlularla bir arada kaldı. O kadar ki bunların birçoğu insan olmaktan çıkmıştı âdeta. Fakat Dosto. "Yıldızın Parladığı An"ın bilgisiyle hepsini önce insan sonra suçlu olarak algılamayı başardı, hepsini kutsadı. Çünkü İsa en kirli ruhun bile içinde barındırdığı bir safiyet noktasından emindi ve her şey de o noktaya avdet için değil miydi? Bu yüzden Dosto., onlardan kaçmadı, onlara yaklaştı.

Dosto. Omsk'ta bir an bile yalnız kalamadı, İncil’den başka hiç­bir şey okumasına izim verilmedi, kâğıtsız ve kalemsizdi, yazmak yasaktı. Oysa o "Yazamazsam ölürüm," diyordu. Yazabildi de. Ce­zaevi doktorunun uzgörüsüyle yazıp saklayabildiği notlarını dört yılın sonunda yine Sibirya'da yaşamak zorunda olduğu süre içinde Ölüler Evinden Hatıralar adıyla yayımladığında Rusya'da yer yerinden oy­namıştı. Beşer ıztırabını perdesiz peçesiz, süssüz özentisizanlatan bu kitapta Dosto., hapishaneyi önce "Yaşayan Ölüler Evi" olarak ad­landırmıştı. Sonra "Yaşayan"ı düştü, "Ölüler" kaldı.

Nazan BEKİROĞLU, Cümle Kapısı

 

İLGİLİ YAZILAR

11.SINIF DENEME SLAYTI

DÜZYAZI TÜRLERİ TEST -DENEME 

DENEME ÜZERİNE BİR DENEME

DENEME ÖRNEKLERİ

DENEME ÖRNEĞİ-GÖZ CANLININ NERESİNDE?

DOSTLUK-DENEME ÖRNEĞİ

DENEME ÖRNEKLERİ - MUSTAFA KUTLU'DAN

 


GÖNÜL FERMAN DİNLER Mİ DİNLEMEZ Mİ?

Kaç zamandır sütten ağzının yandığını söyleyenlerin çoğaldığını görüyoruz. Diyorlar ki: "Artık yoğurdu üfleyerek yemeye karar verdim, artık her önüme gelene âşık olmak istemiyorum. Hayır şaka yapmıyorum, ciddiyim; artık âşık olmayacağım, olursam da seçici davranmaya özen göstereceğim."

Bu sözler bir zamanların: "Gönül ferman dinlemez" ifadesiyle ortaya konan düşüncenin geçersizleştiğini anlatmak üzere söylenmiş gibidir. Gönlün ferman dinlemediğine inanıldığı bir dönemde, insanlar yalnız kendi kendilerine söz geçiremediklerine değil, aynı zamanda ferman sahibinin (kralın, padişahın..) de ona söz geçiremeyeceğine inanıyorlardı. Bunun sebebi, gönlün, kişinin iradesiyle değil ve fakat kendi ihtiyarınca davranacağına inanılmış olmasıydı. Gönlün ferman dinlememesi, onun buyruk altına alınamaz oluşuyla ilgiliydi: gönül, o dönemde, başına buyruk sayılıyordu. Gönül sevmesinde ya da sevmemesinde, aslında "kendi iradesine" bile bağımlı görünmüyordu. O, sevmeye yöneldiğinde, bu yönelim onun kendi kararı ve iradesiyle vuku bulmuyordu: gönül, kendisi de bilmeden ve farkına varmadan, adeta kozmik bir iradeye boyun eğmiş olarak sevmeye yöneliyordu. Durum böyle olunca, insanların: "Ben sevmeye ya da sevmemeye karar verdim" diyebir cümle kurmaları saçmagörünüyordu İnsanlar severlerse, iradeleri dışında severlerdi. Sevgilinin sevene karşı tavrı bu sevginin yönünü ve yoğunluğunu değiştirmeye güç yetiremezdi: gönül sevdiği sürece severdi, dış etkenler sevgiyi etkilemezdi. Çünkü gönül ferman dinlemezdi,

Günümüzdeyse, âşık olma konusunda artık seçici davranmaya kararlı olduğunu söyleyen birisi, gönlüne söz dinletebildiğim iddia ediyor. Acaba gönle, sahiden ferman dinletebilmek mümkün mü? Gönle, "Sev!" deyince onun sevmesi sağlanabilir mi ve "Sevme!" komutu verildiğinde onun bu komuta uyması beklenebilir mi?

Bir şeylerin değişmiş olduğu kesin görünüyor, ama değişen şey aslında nedir? Değişen şey aşkın kendisi midir, aşka yüklenen anlam mı­dır, yoksa insanların gönülden anladığı kavram mı değişikliğe uğramıştır?

Gönlüne söz dinletebileceğini söyleyen birinin bir bildiği olduğunu kabul ederek onun bildiği şeyin ne olduğunu anlamaya çalışırsak, belki bir izah kapısına yol bulabiliriz. Yaklaşık otuz yıl öncesinde: "Ar­tık sevmeyeceğim" diye feryat eden melankolik sesin bize yardımı dokunacağını sanmıyorum. Çünkü o feryat, zahiren öyle söylemek­le birlikte gönlüne ferman dinletmeyi başaramayan bir melankoliği ifade ediyordu. Şimdiyse, böyle konuşanlar, düpedüz ne söylüyorlarsa onu söylüyorlar. Günümüzde: "Artık sevmeyeceğim" diyen birisi, bu suretlekararını ve iradesini beyan etmektedir. Sevmemeye (veya sevmek istiyorsa sevmeye) karar verdiğini bildirmektedir. Böylece, gönlü, onun iradesine boyun eğmektedir. Veya kişi, gönlüne boyun eğdirebilmektedir. Öte yandan insanın davranışlarının, tümüyle onun "bilinci" marifetiyle yönlendirilebilir bir nitelik kazanmıştır, diyebiliriz. Diyebiliriz... Ama acaba insanın fırsatı, insanın ontik yapısı bu iddia­yı doğrular mı?

Rasim Özdenören, Aşkın Diyalektiği

İLGİLİ YAZILAR

11.SINIF DENEME SLAYTI

DÜZYAZI TÜRLERİ TEST -DENEME 

DENEME ÜZERİNE BİR DENEME

DENEME ÖRNEKLERİ

DENEME ÖRNEĞİ-GÖZ CANLININ NERESİNDE?

DOSTLUK-DENEME ÖRNEĞİ

DENEME ÖRNEKLERİ - MUSTAFA KUTLU'DAN

 


 

"GOOD MORNİİİNG!"

Birileri, şu bizim Türkiye'nin adını "Turkey" yapmış: aman ne akıllar, ne büyük zekâvetler? Dâr-ı dünyâda itekakıla da olsa kendi­mizi rahat hissedebildiğimiz tek coğrafya parçasına "isim koyma" hakkından uşakça bir tabasbusla vazgeçiyor, "Türkiye" ismini bir kı­sım firenge içindeki küçük "i" ve "ü" harfleri yüzünden alerjik görünür diye "aşşağılık" kompleksine kapılıyorsanız ölünüz de üstünüzü ör­telim.

Hamaseti artık sevmiyorum; gençken güzeldi, heyecanımızı tutuşturuyordu ama itidal çağına geldik, vaktin mühimce bir kısmı tepkilerimizi dengeleyip ehlileştirmekle geçiyor. Hayır efendim, hamâset filan değil; bu memleketin adı Türkiye. İngilizlerin, Fransızların ne dediği kendi bilecekleri iş. Bu memlekete gönderilen bütün mektup­ların en altına büyük harflerle Türkiye yazılmalı; bu ibareyi taşıma­yan mektuplar, ülke ismi yanlış yazıldığı gerekçesiyle adrese iade edilmeli. Bizimle ilgilenen, bizimle işi olan, bizimle ticaret yapan Tür­kiye kelimesini yazmasını ve okumasını öğrenmeli; bu hassasiyeti, hindi misâli boş tafralarla tüylerimizi kabartmak için değil, kendi nef­simize ve ülkemize duyduğumuz saygı gereği göstermeliyiz.

Daha önce başkaları da işaret etti, ben de yazdım; en rütbeli devlet ricalinin bindiği uçağın üstüne "Republic of Turkey" yazmağa hakkınız yok. Bu uçağı, yaban ellerde Türkiye'yi temsil ederken ra­hat seyahat edesiniz diye biz satın aldık; parasını vergilerimizle öde­dik. Eğer bir gün aile büyükleriniz sizin için bir uçak alırsa, o uçağın üstüne ne dilerseniz yazdırabilirsiniz ama milletin vergileriyle satın alınmış uçağın üstüne, havaalanlarında yer hizmetleriyle görevli per­sonel rahat tanısın diye, "interneyşınıl" gösteri olsun diye "Republic of Turkey" yazdıramazsınız. Bu ülkenin adını unuttu iseniz anayasa­yı açın bakın. Bu ülkenin ismi 1924 Anayasası'ndan beri değişmedi; biz "Türkiye Cumhuriyeti" diye hatırlıyoruz; bizden habersiz tahrif et­ti iseniz bilelim.

Hani vaktiyle "Dil devrimi" yapmıştınız; başarılı oldunuz; devirdi­ğiniz dilin enkazı üzerinde bugün internet cafe'ler, snack bar'lar, restaurant'lar, charcuterie'ler, couffeur'ler yükseliyor; yanıp sönen neon­larını görünce kim bilir ne kadar bahtiyar olmakta, ne kadar murad almaktasınız? Hakkınız efendim, az mı emek vermiştiniz nitekim?

Sayenizde çarşılarımız sığır çobanlarının kasabalarına döndü; dil vadisine doludizgin girip bir hamlede Moğolistan'a vâsıl olmak di­liyordunuz ama kader sizi Amerikan "country"sine düşürdü; bu he­sapta yoktu belki ama neticede "Türkçe olmasın da tek İngilizceyle de idare ederiz" diye düşünmüş olmasınız ki fazla debelenmeden zil­leti kabul ediverdiniz. "İhtimâl" kelimesine genetik bir hınçla saldırır­ken "possible" ile iktifâa mecbur kaldınız, bu arada "olasılık" da ye­tim kaldı. Bugünün İngilizcesine gösterdiğiniz "tolerance"ı ana diliniz Türkçeye fazla gördünüz. Şimdi Number One radyosu dinleyip che-eseburger'inizi dişlerken, fast food işine yatırım yapıp, rent a car fir­masından kiraladığınız vvagoon jeeple medya plazaların önünden geçerken, jogging yaparken, five o'clock tea'nizi, expressonuzu höpürdetirken, body shaper'le karın yağlarını eritirken genişlettiğiniz bu "mankurt" çığırının vaktiyle, "ve" kelimesinden huylandığı için yazıla­rında "ve" bağlacı kullanmamakla öğünen dehşet tiplerinin açtığını bilemezdiniz.

Siz masumsunuz kardeşim; siz ana dilinizi hâlâ Türkçe sanmaya devam ediniz. Enjeksiyon o kadar hazık eller tarafından applice edildi ki hissetmediniz bilem, geçmiş olsun efendim. Doğup büyüdüğünüz ülkenin ismini hâlâ "Türkiye Cumhuriyeti" diye bilmeye deva edebilirsiniz, ona da geçmiş olsun, hatta "good morniiing!" bile diyebiliriz. Memleketin ismi değişti efendim, "Turkey" oldu; artık Engliş bilmeyen kalmadı, mânâsını bilmeyeniniz yoktur ama biz yine de hatırlatalım: Turkey, Englişçe'de "hindi" mânâsına geliyor arkadaşlar.

Siz meselâ Mısır milli takımının formalarında "Egypt" yerine bizim alışageldiğimiz şekliyle "Mısır" yazısıyla çıktığını gördünüz mü Biz Macaristan deriz ama onlar "Hungaria" derler. Biz Arnavutluk deriz, onlar "Albania" diye isimlendirirler; tabiidir ama bize şirin görünmek için ülkelerinin adını - gaflet eseriyle de olsa - değiştirmezle Biz Yunanistan'a mektup yazarken zarfın altına "Greece" yazarız; nezaket budur, doğru olan da budur.

Haydi, oldu olacak şu yarım kalan işi tamamlayalım da efelik bizde kalsın: Cumhurbaşkanına president diyelim, başbakana prim minister; okul'u "ecole" yapmaya gerek yok; gömlek zaten çoktandır tişört, buzdolabı deep freeze, kırk yıllık sokarıç da haylidir "sos" oldu. Yahu geriye bir şey kalmamış?

Ah pardon, excuse me, enschuldigen sie bitte! Bir şey eksik; nedir o Ahmetler, Mehmetler, Ayşeler, Salihalar? Efendim bunlar, dünyanın gidişatından haberi olmayan cahil ebeveynlerimizin dar görüşlülüğünün eseri çağdışı tortular; bir gün memleketin bazı kamu kuruluşları tarafından "Törki" yapılacağını bilselerdi elbette zamâneye uymakta gecikmeyip evlatlarına Paul, Valentine, Richard, MargarethDiana gibi devrin mânâ ve ehemmiyetine münâsip isimler koyarlardı. Cahillik işte; neyse ki gidişatın nereye yöneldiğini fark eden uyanık ana babalar daha şimdiden çocuklarına - Anglo - Saxon kültür ikliminde yadırganmayacak- Cansın, Sibel, Melissa, Aylin, Poplin gibi hesnâ isimler vermek zekâvetini gösteriyorlar.

Artık müsterih ölebiliriz;

Toprak toprağa... küller küllere... Amen!

AHMET TURAN ALKAN

 

İLGİLİ YAZILAR

11.SINIF DENEME SLAYTI

DÜZYAZI TÜRLERİ TEST -DENEME 

DENEME ÜZERİNE BİR DENEME

DENEME ÖRNEKLERİ

DENEME ÖRNEĞİ-GÖZ CANLININ NERESİNDE?

DOSTLUK-DENEME ÖRNEĞİ

DENEME ÖRNEKLERİ - MUSTAFA KUTLU'DAN

 


 

1

Maksim Gorki, fırıncı çıraklığı yıllarında, Tolstoy'un bir hikayesini okurken, öylesi­ne kendinden geçer ki acaba kağıdın içinde büyülü bir şey mi var diye havaya kaldırır bakar. Tabii beyaz sahife üzerin­de siyah harflerden başka bir şey gör­mez. Fakat saf fırıncı çırağını ve bütün saf okuyucuları büyüleyen şey, o ak sahi­fe üzerinde yazılı kara harflerden başka bir şey değildir. Harfler, seslerin işaretle­ridir. Kelimeler ise seslerden mürekkep­tir. Yazılı veya sözlü işaretlerle, göz önünde bulunmayan her şeyi göz önüne getirebilir, ölüleri diriltebilir, ağaçları ko­nuşturabilirsiniz. Bu büyü değil de nedir? Güzel bir romanı okurken Maksim Gorki'de olduğu gibi, kitap, kağıt, harf orta­dan kalkar, gitmediğimiz şehirlerde dola­şır, tanımadığımız insanlarla tanışır, on­ların yatak odalarına hatta ruhlarının içine gireriz. Dile bu büyük gücü veren ne­dir? Kendiliğinden çalışan bir şartlı ref­leks mekanizması dolayısıyla, dilin varlı­ğın yerine geçişi! Ünlü Rus âlimi Pavlov, yaptığı denemelerle köpeklerde sun'i olarak çeşitli şartlı refleksler yaratmaya muvaffak olmuştu. Köpeğe acıktığı zaman et verilirken bir de zil çalınır. Bu hareket tekrarlanınca köpeğin ağzından sadece zil sesi ile de salyalar akmaya başlar. Tabii zil sesi karın doyurmaz ama etin hayalini uyandırır. İnsanoğlunun hayatında kelimeler de aynı rolü oynarlar: Gösterildikleri eşyanın hayalinigöz önünde canlandırırlar. Hayat boyunca öğrenilen kelimeler, bizim hafızamızda onların hayali ile beraber, gözle görün­mez bir dünya yaratırlar. Bir hikayeyi din­ler veya okurken, ses ve yazı, hafızamızdaki hayalleri canlandırır. İyi bir edebiyat­çı, dilin bu canlandırma gücünden fayda­lanarak, asıl dünyaya benzer veya on­dan daha zengin veya değişik bir hayal dünyası yaratır.

SAFVET SENİH

2

DOĞRU İLE YALAN

Her doğruyu söylemeye gelmezmiş, bir­takım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekmiş. Peki ama bir doğruyu söylemek, gizlemek, yayıl­masını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demek değil midir? Yalanın yalan olduğunu bile­rek sürmesine bırakmaya hakkınız var mıdır? Bu yalanlar kutsalmış, onlara do­kunmaya gelmezmiş. Bir şeyin yalan ol­duğunu anladık mı kutsallığına inanmı­yoruz demektir; bunun için "kutsal yalan" sözü bir şeyin hem köşeli hem de yuvar­lak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. Ama duygu­larını birer düşünce saymaktan çekinme­yenler böyle saçmalarla kolayca bağda­şabiliyor. Birtakım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asil­lik (aristocratie) aristokrat düşüncenin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var. On­lar doğruları bilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın! Öyledir kişioğlu, kendisi için ille birtakım ayrıcalıklar ister. Eski acunun kibarlığı, aristokratlığı yıkıldı ama onun yerine ay­dınlar türedi. Bir kişi olarak ilk ödevimiz, yalan olduğunu anladığımız düşünceler­den benzerlerimizi yani bütün kişileri kur­tarmaya çalışmaktır. "Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyo­rum ama kamunun bu bağlar altında kal­ması, onun anlamaması daha iyi olur." diyen kimse, öğrendiği anladığı doğrula­ra layık olmayan kimsedir.

NURULLAH ATAÇ

3

YALNIZLIK

Erdem, der Antishenes, kendi kendisiyle yetinir; ne kurallara başvurur, ne laflara, ne gösterişlere. Yapmaya alıştırıldığımız işlerden binde biri bile kendimizle doğru­dan doğruya ilgili değil. Bakarsınız bir adam canını dişine takmış, kurşun yağ­muru altında, yıkık bir kale duvarına tır­manıyor bütün hıncıyla; bir başkası, kar­şı tarafta, kan revan içinde, aç susuz sa­vunuyor o kaleyi ölesiye. Kendileri için mi gösteriyorlar bu yararlığı? Uğrunda öle­cekleri ve hiç görmedikleri insan belki o sırada kılını kıpırdatmadan keyif sürmek­tedir. Bakarsınız bir başkası, bitkin, peri­şan, saçı sakalı birbirine karışmış kitap­lıktan çıkıyor gece yarısından sonra. Bunca kitabı daha iyi, daha akıllı bir in­san olmak için mi karıştırdı sanırsınız? Yok, canım sen de! Ya ölecek o kitaplık­ta ya öğretecek yarınki kuşaklara Platus'un dizelerini hangi düzenle kurduğu­nu ve falan Latince sözcüğün nasıl yazıl­ması gerektiğini. Kim seve seve feda et­miyor sağlığını, canını şan şeref için? Oysa kalp bir paradan başka nedir ki şan şeref? Kendi ölümümüzden korkmakla yetinemeyiz; karılarımızın, çocuklarımı­zın, adamlarımızın ölümünden de kork­mak zorundayız. Kendi işlerimizden çek­tiğimiz sıkıntı yetmiyormuş gibi komşula­rımızın, dostlarımızın işleriyle de dertlere sokar, bunaltırız kendimizi.

Yalnız yaşamanın bir tek amacı var sanıyorum; o da daha başıboş, daha, rahat yaşamak. Fakat her zaman, buna hangi yoldan varacağımızı pek bilmiyoruz. Çok kez insan dünya işlerini bir aileyi bıraktığını sanır; oysaki bu işlerin yolunu değiştirmekten başka bir şey yapmamıştır aileyi yönetmek bir devleti yönetmekten hiç de kolay değildir. Ruh nerde bunalırsa bunalsın, hep aynı ruhtur; ev işleri az önemli olmaları, daha az yorucu olmalarını gerektirmez. Bundan başka, saraydan ve pazardan el çekmekle hayatımızın baş kaygılarından kurtulmuş oluyoruz.

MONTAİGNE

4

Öğretmen her şeyden önce bizzat düşünen ve öğrencilerini dü­şündüren insandır. Peki, düşünme nedir? Düşüncenin ne olduğunu tarif güçtür. Fakat onun objektif, herkes tarafından kullanılan vasıta­sı vardır: Kitap. Kitap bir düşünce makinesidir. İnsanlar kitap vasıta­sıyla düşüncelerini geliştirirler. Kitapların dışında hiçbir vasıta ve alet halis düşünceye istenilen şekil ve kıvamı veremez. En disiplinli ko­nuşmada bile halis düşünceden birçok şeyler kaybolur. Bazıları tele­vizyonu bir düşünce vasıtası sanırlar. Televizyon, düşüncenin mahi­yetine aykırıdır. Zira düşünce "soyut", televizyon ise "somut'tur.

MEHMET KAPLAN

 

İLGİLİ YAZILAR

11.SINIF DENEME SLAYTI

DÜZYAZI TÜRLERİ TEST -DENEME 

DENEME ÜZERİNE BİR DENEME

DENEME ÖRNEKLERİ

DENEME ÖRNEĞİ-GÖZ CANLININ NERESİNDE?

DOSTLUK-DENEME ÖRNEĞİ

DENEME ÖRNEKLERİ - MUSTAFA KUTLU'DAN

 

 


DÜŞE ÇAĞRI-NURULLAH ATAÇ

Severim gerçekçi edebiyatı. Bu yaşa değin en çok onun ürünlerini, o yolda yazılmış hikâyeleri, romanları, hep o çığırı öven denemeleri, eleştirmeleri okudum. Bir hikâyede, bir romanda anlatılanların, gerçekte olanlara benzememesi, çok kimseler gibi benim için de büyük bir suçtur. Peri masallarından, dev masallarından çocukluğumda bile pek hoşlanmadım. Olmayacak şeyler, benzerleri görülmeyecek insanlar anlatan hikâyeler arasında beğendiklerim yoktur demeyeceğim, ama onlarda da gerçeği aradım: "Bütün bunlar gene bir doğruyu söylüyor, ancak yazar gerçeği bir düşle örtmüş, kaldırın o örtüyü, arasından BÂKİn, gerçeğin ta kendisini, çırılçıplak doğruyu bulursunuz" diye düşünürüm.

Bunun içindir ki bugünkü yazarlarımızın çoğunun gerçekçiliğe özenmelerine göneniyorum. Bize hayatı anlatıyor, her gün gördüğümüz insanları tanıtıyorlar, okurlara çevrelerindekilerin de kendileri gibi düşünen, duyan, dertler çeken birer varlık olduğunu sezdiriyorlar, insanoğlu, çoğu bencildir, yalnız kendiyle ilgilenir, kendi kendisiyle uğraşır da başkalarının gerçekliğini kavrayamaz. Benliğimiz içine kapanır kalırız. Bu kabuğu dışarıya değinmemize, yani temas etmemize bırakmayan bu benlik kabuğunu ancak edebiyat, gerçekçi edebiyat kırabilir. Hani şiir okumayı, hikâye okumayı boş bir iş sayıp da kendilerine yakıştıramayan kimseler vardır, siz onlar arasında başkalarını anlayan, başkalarının dertlerine, kaygılarına ortak olan birini gördünüz mü hiç?... Onu ancak edebiyat aşılar. Batılıların edebiyata "humanites" yani "insanlıklar", kişiye insanlığı, insanca duyguları, düşünceleri aşılayan bilgiler ne denli gerçekçi olursa bu ödevini o denli iyi başarır.

Evet, severim gerçekçi edebiyatı, gerçekçi sanatı, bütün çığırlar arasında onun en üstün olduğuna inanırım. Ama düşünüyorum da: "bizi alıp düşler acununa götüren bir edebiyat da gerekli değil mi?" diyorum. Bu günün birçok yazarları sanatın toplumsal görevi üzerinde türlü türlü sözler söylüyorlar. Okurları düşler acununa alıp götürmek de edebiyatın toplumdaki görevlerinden biri değil midir? Biz gerçek içinde yaşıyoruz, duvarlarını yıkıp aşamadığımız bir gerçek içinde. Onun da güzellikleri var elbette ama pek alıştığımız için göremiyoruz, tadamıyoruz o güzellikleri. Edebiyat, sanat bize o güzellikleri sezdirsin. Madame Rachilde'in (Madam Raşild) "Güneş satıcısı"nı "Le Vendeur du Soleil" (Lö Vandör dü Soley) bir türlü unutamam, çok anlattım onu okurlarıma, bir kez daha anlatayım:

Paris'in bir köprüsü üzerinde bir satıcı, bağırıyor, dil döküyor, sattığı nesnenin eşsiz güzelliklerini anlatıyor. Başına toplananlar merakla bekliyorlar: nedir acaba o adamın sattığı? En sonunda söylüyor: "Size güneş, her gün gözlerinizin önünde duran, ama sizin bakmadığınız, güzelliğini göremediğiniz güneşi satıyorum. BÂKİn; BÂKİn! Sizin bütün hülyalarınızdan güzel değil mi?" Dinleyenlerin çoğu omuzlarını silkip gidiyor, ancak bir iki kişi: "Sahi! Ne de güzelmiş!" diyorlar.

Şairin, hikâyecinin o adama benzemeleri gerektir: Bize gözümüzün önünde duran, ama alışık olduğumuz için artık fark edemediğimiz güzelliklerini anlatmaları, sezdirmeleri gerekir. Hayatın yalnız iyi yanlarını söylesinler demek mi istiyorum? Hayır. Acıları, kötülükleri, çirkinlikleri söyleyerek de o işi başarabilirler, okurlara yaşamanın güzel bir şey olduğunu sezdirirler de acılar, kötülükler, çirkinlikler karşısında irkilmenin kutluluğunu, o yürekler paralayan mutluluğu duyururlar. Bütün o acıları, kötülükleri, çirkinlikleri kaldırmaya özendirirler de insan olmanın onurunu duyururlar onlara.

Yapsınlar bunu şairlerimiz, hikâyecilerimiz, bunu yapmak için de gerçekçi olsunlar. Peki, ama yalnız bu yeryüzünün, yaşamanın güzelliğini göremeyenlere, sezemeyenlere midir sanatın yararlığı? Güneşi satan adam muradına erdi, hepimize güneşin güzelliğini anlattı, bizi hayatın biteviyeliğinden (monotonluğundan) kurtarabilir mi?... Bugün düne benziyor, yarın bugüne benzeyecek. Çeşit çeşit güzellikler var yöremizde, güneş doğuyor, batıyor, yıldızlar parlıyor, karanlık, soğuk, kasırgalı gecelerin bir de bir tadı var, çiçekler açıldı, yarın solacak, hepsi ayrı bir duygu veriyor kişiye... İyi, hepsi iyi ama hep biteviyelik içinde geçen bu güzellikler bıktırıyor, biteviye olduğu için çirkinleşiyor. Biz o biteviyelikten kurtulamayacağımızı anlıyoruz da bir perişanlık duyuyoruz içimizde. Yalnız yaşlılar mı kapılıyor bu melale?... Bu üzüntüden bizi yalnız hülya kurtarabilir. Ama hülyalar kurmak her kişinin elinden gelir mi sanırsınız? Gerçeğin güzelliklerini sezmek her kişiye vergi değildir de gerçekten silkinip kendine daha gönlünce bir acun kurmak her kişiye vergi midir? İyi bir dinleyin kendinizi: Hülyalarınız da günleriniz gibi, hep birbirine benzemiyor mu? Çevrenizdeki gerçeğin biteviyeliğinden kurtulamadığınız gibi, hülyalarınızın da biteviyeliğinden kurtulamıyorsunuz, onlar da sizin için, gerçek sahibi, birer duvar olmuyor mu? Size yeni yeni hülyalar kurabilmeniz için yardım edilmesini istemez misiniz?. Toplumda edebiyatın, sanatın böyle bir görevi de vardır. Gerçekçi sanat... Doğru, en üstünü belki o. Ama ötekinin, bizi olmayacak şeyler acununa, düşler acununa sürükleyip götüren, yalanlar söyleyen, masallar anlatan sanatın gerekliliğini de unutmayalım. Bizi, biteviyelik içinde sürüp giden hayattan silkindiğimiz sanısı vererek avutan edebiyatı da büsbütün küçümsemeyelim. Hülyaya çağırıyorum sizi, o acunda ne güzel şeyler var. Ama ben bir şair, bir hikâyeci değilim ki size onları anlatabileyim.

Fransız düşünürlerinden Jules Soury'yi (Jül Sur i) bir gün yolda görmüşler; "Bütün masalları çürüttüm, yıktım. Masalsız kaldım... Bana masal verin, masal verin bana, masalsız yaşayamıyorum!" diye bağırıyor. Çıldırdı demişler onun için, belki de çılgınlıktan o gün kurtulmuştur.

NURULLAH ATAÇ

 

OLGUN KİŞİ

Her şeyin iki kulpu vardır: biri onu taşımaya elverişli olan kulp, Öteki elverişli olmayan kulptur. Şu hâlde, kardeşin sana bir kötülük ederse, onu sana kötülük yaptığı taraftan alma. Zira bu onu götürüp gitmeğe münasip olmayan kulptur. Fakat öbür taraftan yani senin kardeşin olan tarafından al, Bu suretle ona katlanabileceksin.
Hikmet ve marifette bir adamın olgunlaştığının alâmetleri: kimseyi yermez, kimseyi övmez, kimseden şikâyet etmez, kimseyi ayıplamaz olmasıdır. Mühim bir kimseymiş yahut çok şeyler bilirmiş gibi, asla kendinden bahsetmemek de olgunluktur. O, elde etmek istediği şeyde bir zorlukla karşılaşırsa, bundan, yalnız kendini mesul sayar. Kendisini metheden olursa, onunla gizlice alay eder, İtham edildiği yerde haklı çıkmağa çalışmaz; tuzak kuran bir düşmanmış gibi, kendisine karşı daima uyanıktır.
Her hâdisede, elimizde olanı yapmalı ve gerisi için sakin ve metin olmalıdır. Deniz yolculuğuna çıkmağa mecburum. O hâlde ne yapmalıyım? Gemiyi, tayfaları, mevsimi, günü, rüzgârı iyi seçmek işte elimde olan şeyler. Denize açılır açılmaz müthiş bir fırtına kopar, bu benim düşüneceğim iş değil, kaptanın vazifesidir. Gemi batıyor. Ne yapmalıyım? Elimde olanı yaparım, bağırıp çağırarak kendi kendimi yemem. Biliyorum ki her doğan ölür. Bu umumî kanundur. O halde benim de ölmem gerekecektir. Ben ölümsüz değilim. Ben bir insanım; vakit, günün bir parçası olduğu gibi ben de bir bütünün parçasıyım. Vakit gibi, ben de gelir geçerim... Geçip gitme tarzı mühim değildir, İster sıtma ile olmuş ister su ile hepsi bir...
(Epiktetos, Büyük Feylesoflar Antolojisi, Çeviren: Burhan Toprak)

Epiktetos: Birinci asırda yaşamış bir Yunanlı feylesoftur. Sert ve soğukkanlı bir ahlâk felsefesi kurmuştur. Roma'ya esir götürülüp satılmış, fakat buna üzülmemiş ve fikirlerini yaymaya devam etmiştir. Rivayete göre, bir gün efendisi, zaten sakat olan bacağını kırmakla eğlenirken o sükûnetle: "Oynama kırarsın!" demiş. Bacak hakikaten kırılınca da “Kırarsın demedim mi”den ibaret bir tepki göstermiştir. Bize kalan eserleri Sohbetler ile Düşünceler’dir.

 

CADDELER

Paris'te, Londra'da, Roma'da veya büyük bir Avrupa şehrinde dikkati ilk çeken manzaralardan biri, göz alabildiğine uzanan, vasıta ve insan kalabalıklarının aktığı geniş caddelerdir. Büyük şehir böyle, yüzlerce cadde ve sokaktan ibarettir. Hiç birinde tıkanıklık, çamur, bozukluk, gözü ve ayağı rahatsız eden bir şey yoktur. Hayat bu güzel cadde ve sokaklardan sıhhatli bir çocuğun damarlarından akan bir kan gibi, rahat bir şekilde akar, gider. Bunun asap üzerinde dinlendirici bir tesiri olduğunu, Şark'tan gelenler derhal hissederler.
Karışıklık, eğri büğrü oluş, ikide bir engelle karşılaşma, tıkanma, aksama, sinirleri bozmak, için birebirdir. Avrupalıların sakin oluşları, kendilerine hâkim gözükmeleri, başlarını dik tutmaları, bana Öyle gelir ki bu düz yollarla yakından alâkalıdır. Bu düz yollar, onları hayatlarının başka sahalarında da düz çizgileri aramağa, tabiatın ve hayatın arızalarını gidermeğe, her şeye bir nizam vermeğe alıştırmıştır diye düşünürüm. Fakat bunun aksi de doğru olabilir. Onlar kafalarının içinde bir nizam olduğu için, şehirlerine ve hayatlarına bu düzeni vermişlerdir, demek belki hakikate daha uygundur. Zira onlar yalnız caddelerinde değil, her yerde ve her şeyde bir nizam ararlar. Descartes'in "Usul Hakkında Nutuk" adlı kitabı, bunun en kuvvetli delilidir. "En karışık, aslında nizamsız olan şeylerde bile bir nizam arayacaksın". Çok sabit gibi görünmekle beraber, bu, dünyayı ve hayatı değiştiren bir fikirdir. Bu fikirle karmakarışık gökyüzüne bakın, nizamı arayın, Kopernik'i, Newton'u, Einsteine'ı hayran bırakan ilâhî düzeni bulursunuz. Hayata bu fikri tatbik edin, sonu ebedî bir nizama varan ihtilâller yaratırsınız. Geometrinin tabiata tatbiki bütün güzelliklerin kaynağıdır. Tabiat âsi, tabiat karışık, tabiat korkunçtur. Düz ağaçlıklar, karışık ormanlardan daha güzeldir. Sahilleri sağlam rıhtımlarla çevrilmiş, deniz ve nehir, huzur vericidir. Nizâmın en güzeli, hiç şüphesiz karma karışık seslerin ruhu uçuran bir âhenge büründüğü musikî eserleridir, Valery, sanatı "kaosu kozmos hâline getirmek", "karışıklığa nizam vermek" diye tarif ediyordu. İster tabiat, ister hayat, ister sanatta olsun bıktırıcı olmayan bir düzene sokulmuş her şey güzeldir. Büyük, geniş, sağlam caddeler, Avrupa şehirlerinin en güzel süsüdür. Onlarda dolaşırken içimde bir ferahlık hissediyorum.

(Mehmet Kaplan, Hisar, Sayı 44, Ağustos 1967)

 

ŞARKI, SEVGİ VE AŞK-OĞUZKAN BÖLÜKBAŞI

"İster doğru ister yanlış seviyorum lanet olsun" diyor Erol Evgin. Sevginin yanlışı olur mu, sevmek bireysel bir eylemdir, tek yanlı olabilir, karşılığı olması şart değildir, olursa güzel olur. Yürek birini, bir şeyi sevmeye layık bulduğunda sever. Niçin sever, neden sever? Daha önemlisi akıl mı sever, yürek mi? Bence akıl sever. Niçin sever, çünkü aklın olumlu duygulara ihtiyacı vardır, insandaki id'i azaltmak, köreltmek, yaşama sarılmak için sever. Neden sever, gün doğduğunda yataktan kalkmanın sebebidir sevgi, topluma karışmanın sebebidir, kazanma arzusunun sebebidir sevgi. Sevgi, sevileni güzelleştirme çabasıdır, bazen savaşa dönüşür.

Sevilen seçilmeli midir? Yani yaş, mevki, sosyal yapıya bağlı olarak, sevgi gösterilecek kişi farklı mı olmalıdır? Bu soruların cevabını evet olarak veren kişi sevmeyi bilmiyor demektir bence, çünkü seven akıl düşünmeyi unutmuş akıldır, düşünen akıl sevmeyi beceremez, sevgide karşılık arar, çiçeği kokusu için sever ama koparır, kadınsa erkeği, erkekse kadını karşılığını aldığı kazançlar için sever. Akıllı sevmenin tükenişi hızlı olur, akılsız sevgiler uzun sürer. Ben akılsız sevgilerden yanayım. "İster doğru ister yanlış seviyorum lanet olsun" denildiği gibi sevgilerden yanayım. Geleceği planlanmış sevgilerde evdeki hesap yarına uymaz, aslında dün ve yarın yoktur,bugün vardır, yaşanan an vardır, o anın güzelliği vardır.

Sevgi nasıl gösterilir veya ifade edilir? En büyük sıkıntı burada. Çünkü sevilen sevgiyi ve buna bağlı ifade tarzlarını ret edebilir. Çünkü her sevgi ifadesinin altında bir beklenti olduğu kanısı insanlarda oldukça yaygındır. Bu beklentinin ne olduğu konusunda çoğu kişi en olumsuz düşünceyi kafasında taşır. Yani bir çıkardan veya bir istismardan korkar. Süper egonun çok gelişkin olduğu bizim gibi toplumlarda, davul dengi dengine, ne kadar ekmek o kadar köfte, almadan vermek Allah'a mahsustur, yaşının adamı ol, hanım hanımcık ol, sözleri hep bu korkunun yansımasıdır.

Sevmeyi bilmeyen bir toplum, sevgi mezarlıkları kazar, acılı şarkılarla gününü geçirir. Sevginin şekil değiştirebileceğini, sonu olduğunu anlayamaz. Sevdiğini kimseye yar etmemek için vurur, kendini acınacak durumlara düşürür. Oysa sevgiyi yoğun yaşadığı anların güzelliğinin tadını çıkarmak onu güzel anılar arasına koymak yerine, sevgiyi bir mülkiyet unsuru olarak görür. Ölüme kadar sürecek sevgileri yaratmayı, yeşertmeyi bilmez. Sevgi bir mahkumiyetmiş gibi görünür.

Sevgili sözcüğü, sevgilim sözcüğünden daha güçlüdür. Birincisinde mülkiyet yoktur sadece bir algılama vardır, ikincisinde mülkiyet çok etkindir.

Sevmek mi güzel yoksa sevilmek mi der bir şarkı. Sevmek kadar güzel bir başka şey var mı? Sevmek bir gün sevilmeyi getirecektir zaten. Love Story romanında aşk "hiçbir zaman pişman olmamaktır"diye tarif edilir. Bence aşkın, sevginin tarifi budur. Yaşanma şekli, sonu ne olursa olsun, pişman olunmaması gereken, değmezmiş denmeyecek kadar kişisel bir algılamadır sevgi ve aşk.

Seni seviyorum dediğinizde bu beni sen de sev anlamına gelmemeli. Seviyorum sözcüğü o denli kişisel bir sözcük ki, niye kalabalıklaştıralım. Karşıdaki severse sever. Sevmek sevene sorumluluk yükler sevilene değil.

Bugün bunları yazmak istedim, ya da bölüşmek, sevgili okuyucularım. Doğru olmam şart değil, sadece bu benim düşüncelerim, katılmak veya katılmamak konusunda her zaman olduğu gibi özgürsünüz. Ama yine de meraktayım, ne diyorsunuz?

İLGİLİ YAZILAR

11.SINIF DENEME SLAYTI

DÜZYAZI TÜRLERİ TEST -DENEME 

DENEME ÜZERİNE BİR DENEME

DENEME ÖRNEKLERİ

DENEME ÖRNEĞİ-GÖZ CANLININ NERESİNDE?

DOSTLUK-DENEME ÖRNEĞİ

DENEME ÖRNEKLERİ - MUSTAFA KUTLU'DAN

 

 


ASLAN SÜTÜ-SEZAİ KARAKOÇ

“Aslanın vücudu, yediği hayvanlardan mürekkeptir”. Valery’nin, şairin, kendinden önce gelen şairlerle ilgisini anlatan bir sözü. Fakat bu söz, şiir dışı alanlarda da geçerli. Hele devletler arasındaki tek prensip bu, fiilen.

Aslanın vücudu böyle. Ama ruhu? İşte o, tam kendine mahsustur.

Aslan, her şeyden önce kendini ormanların başı olarak bilir. Buna inanır ve bunda samimîdir. Demek ki aslan olmanın birinci şartı, aslan olduğuna inanmaktır. Her aslan olduğuna inanan aslan değildir; ama her aslan, aslan olduğuna inanır. Aslan, aslan olduğunu bilmekle kalmaz, bunu bildirir de. Ormanda aslanın aslan olduğunu bilmeyen tek hayvan yoktur.

Öbür hayvanlar için aslanın gözleriyle bile karşılaşmak tehlikelidir. Onu kükreyişinden tanırlar, ta uzaklardan bile. Görünüşündeki haşmet, bakışındaki şiddet, bir yerden geçerken yer çökerten ayaklarıyla çıkarttığı güçlü ses, bir hayvanın üzerine atılıp onu parçalayışından kesinlik, aslanın aslanlığını apaçık kılan, Süleymaniye’nin bütün parçalarına sinen mimarî uygunluk gibi aslanı tezatsız yapan özelliklerdir.

Bu, şiirde böyle, resimde böyle, fikirde böyle, şahsiyette böyle; kişiler arasında böyle, topluluklar arasında böyledir. İlkin aslan olmalı; bunun için de aslan olduğuna inanmalı, aslanlığın yuva şartlarını kurmalı, aslanın eğitim sistemlerini benimsemeli; çocukları aslan sütü olan “hakikatle beslemelidir Bu aslan sütüyle beslemeli. Yoksa aziz bir nimet olan üzümün, yasak bölgeye sürülmüş, dejeneleştirilmiş çocuğu rakıyla değil!

Aslanın en dayanmadığı, aslana en yabancı, en uzak şey, şüphe ve tereddüttür. Aslan, baştan tırnağa som ve yekpare bir inanma vak’asıdır.

Atalarımız Müslüman Türkler, aslanın sanki insandaki doğuşuydular. Yani insan aslandılar. Bunun için değil midir ki bir Selçuk efsanesinde, küçük Alparslan’ı bir şahin kaldırır ve bir aslan emzirir. Büyük İslâm şairi, Kaside-i Bürdenin büyük mimarı, Kâab bin Züheyr, şiirinde Peygamberi, iç içe aslan yataklarının en içindeki sarayda oturan bir aslanlar ülkesinin başkanı olarak anlatmış değil miydi? Hz. Ali’nin lâkabı “Allah’ın aslanı” değil miydi?

Yalnız, aslan olabilmek için, nasıl öbür vücutları pençe içinde hamur gibi yoğurmak gerekirse, aslan bir topluluk olabilmek için de gelmiş geçmiş kaç kültür ve medeniyet varsa hepsini beynin pençesinde eritmek, kalbe aslana yakışır bir inanç ve cesurluk yerleştirmek, el, ayak ve vücudu dolaşan bir kanla, bir aslan kanıyla toprağı donatmak ve sonra o yürek, beyin, ruh ve pençe arasında “aslan ahengini ve dengesi”ni kurmak gerekir.

SEZAİ KARAKOÇ
TDK, Güzel Yazılar, Denemeler

 

İLGİLİ YAZILAR

11.SINIF DENEME SLAYTI

DÜZYAZI TÜRLERİ TEST -DENEME 

DENEME ÜZERİNE BİR DENEME

DENEME ÖRNEKLERİ

DENEME ÖRNEĞİ-GÖZ CANLININ NERESİNDE?

DOSTLUK-DENEME ÖRNEĞİ

DENEME ÖRNEKLERİ - MUSTAFA KUTLU'DAN

 

 


NİÇİN ROMAN, NİÇİN ŞİİR OKURUZ?-SUUT KEMAL YETKİN

Romanın en çok sevilen bir edebiyat türü olduğu gerçektir. Nereye giderseniz gidiniz, en çok onun okunduğunu görürsünüz. Şiir için de böyledir. Yaşamak için çalışıp didinmelerimizden fırsat bulduk mu elimize aldığımız şey ya bir roman ya da bir şiir kitabıdır. Bir geziye çıktığımız zaman, çantamızın bir köşesine yerleştirmeyi unutmadığımız yine onlardır. Daha okul sıralarındayken çalışma saatlerinden arttırılmış sayılı dakikaları, sevdiğimiz bir şaire veya romancıya verdiğimizi, bu yetmeyince yatakhanenin alaca karardığında geç saatlere kadar gizlice okumaya koyulduğumuzu kim hatırlamaz?
Nedir bu ilginin sebebi? Bilmem bu soru üzerinde hiç durdunuz mu? Bana öyle geliyor ki bu ilginin sebebi çok derinlere inmektedir. İnsan, çocukluk çağından kurtuldu mu deride yaşamaya başlar ve yaşadığı günlerle, gelecek günleri kıyaslamaktan kendini alamaz. Bu kıyaslama, daima yaşanan günlerin zararına olmuştur. Böyle de olsa bu geçen günlerin güzelleşmesi, özlem buğularıyla örtülmesi, beklenen günlerde aradığımızı bulamadığımız içindir. Hayat bir akıştan başka bir şey değildir. İnsan bu akış, bu oluşum içinde, başka insanların hâlleriyle de ilgilenmekten kendini alamaz. Hayatın biteviyeliğinden kurtulmaya çalışırken başkalarının çabalarından da dikkatini ayıramaz. Kendi alın yazısının başkalarınınkinden ayrılamayacağı kanısındadır. Yaşanan anlardan kurtuluş, düşün zenginliği nispetinde gerçekleşir. Bu dünyanın ötesinde düşsü bir dünya, uzaktan çağırmaya başlar. Her varıştan sonra yine bir çağırış duyulur. Yaşanan anların boşluğunda aydın, dolu noktalar da olsa insan çoğu zaman bunun farkında olmaz olsa da onların görünmesiyle kaybolması o kadar birdir ki!

Hatıraların şiddetlendirdiği, sonu gelmeyen bu gelecek gün özlemi insanlarda aradıklarım bulamamış, yaşadıklarım iyi yaşayamamış olmanın verdiği bir eksiklik duygusu uyandırmıştır. Şimdi niçin roman, niçin şiir okuduğumuzu cevaplandırabiliriz. Ama daha önce şu soru üzerinde bir an duralım: Romancı romanım, şair şiirini niçin yazar? Ün almak için mi para kazanmak için mi? Birtakım doğruları yaymak, topluma düzen vermek için mi? Böyleleri de bulunabilir. Her şeyin sömürücüleri olduğu gibi edebiyatın da sömürücüleri vardır. Bunlardan söz etmiyorum ben.
Gerçek şudur ki romancı da şair de iç içe giren geçmişin özlemi ile geleceğin umudunu kişi olarak toplum olarak bütün yoğunluğu ile yaşamakta, yazdığını bu iç yaşayışın etkisi altında yazmaktadır. Yaşadığı biricik güzel bir anı ebedîleştirmek, yaşanıp duran birbirine benzer günlerin renksizliğinden kurtulmak, geçmişiyle güzelleşen günleri daha da güzelleştirmek, özlemini taşıdığı bir dünya canlandırmak, onu bütün insanlarla paylaşmak, içindeki ağırlıkları atmak için yazar.

Bu söylediklerim okuyucu için de böyledir. Romancı veya şair ne için yazarsa yazılanı okuyan da onun için okur. Bu bakımdan okuyucu, yazmaktan alıkonulmuş, elinden yazma imkânları alınmış bir romancıdan, bir şairden farksızdır. Roman okuyarak, şiir okuyarak, varlığımızın darlığından kurtuluruz; yaşayamadığımız hayâdan yaşayarak genişler, yaşadığımız renksiz günlerin bile dönmemek üzere gittiği için değerlendiği duygusu ile zenginleşiriz. Kendimiz ile benzerlerimiz arasında bir kaynaşma olur. Genel olarak okuyucu, bu bakımdan okuduğunun pek de farkında değildir, sırf vakit geçirmek, vakit öldürmek için okuduğunu sanır. Ama böyle de olsa sonuç birdir.

Evet, ne roman bir toplumbilim kitabı ne de şiir bir doğrular topluluğudur. Bir sanat eserini birtakım bilgiler, doğrular olarak kabul etmek, sadece sanatı, varlığını, özünü görmemektir. Balzac’ı (Balzak), yaşadığı devrin toplum olaylarını öğrenmek için okuduğunu kim ileri sürebilir? Böyle olsaydı bu olayları anlatan sayfalar birer tarih belgesi sayılmaz mıydı? Romanı tarihle bir tutmak sadece yaratışın ne demek olduğunu bilmemektir. Bir romanın birkaç defa okunması, bir şiirin okunduktan sonra tekrar edilmesi, ezberlenmesi de romanın veya şiirin herhangi bir mesele hakkında bilgi edinmek için okunmadığını gösterir, insanın, bildiği bir şeyi tekrar bilmek istediği görülmüş müdür? Zaten romancı da şair de yazdığını bir şeyler öğretmek için yazmamıştır ki okuyan da bir şeyler öğrenmek için okusun!
Romanlar ve şiirler birer iç yaşayıştan doğmuştur. Onları yaşayarak okumamız da bundandır. Her okuyucunun aynı davranışta olduğu elbette söylenemez. Yaratılışın, yetişmenin verdiği ayrılıklar vardır. Bu bakımdan, aynı kitapta herkes biraz da kendi romanım, kendi şiirini okur. Gerçek sanat eserinin özelliklerinden biri de, bu çok yönlülük değil midir? İnsan, ilerde yaşamaktan kesilip de geçmiş günlerden bir yığın olmaya yüz tutunca roman ve şiir okumasını da bırakmaya başlar. Okuduğu olursa artık eski tutkuyu bulamaz.
Okumak da okunan eseri duygularımız, düşüncelerimizle zenginleştirmek olduğuna göre bir türlü yaratıştır. Romancı, şair yaşlanınca nasıl yaratma gücünü kaybediyorsa, okuyucu da o yaratışla kaynaşma yeteneğini kaybediyor. Bu bakımdan okumaktan kesilmek biraz da ölmektir.
                                             Suut Kemal YETKİN, Günlerin Götürdüğü

İLGİLİ YAZILAR

11.SINIF DENEME SLAYTI

DÜZYAZI TÜRLERİ TEST -DENEME 

DENEME ÜZERİNE BİR DENEME

DENEME ÖRNEKLERİ

DENEME ÖRNEĞİ-GÖZ CANLININ NERESİNDE?

DOSTLUK-DENEME ÖRNEĞİ

DENEME ÖRNEKLERİ - MUSTAFA KUTLU'DAN