Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

BİR TANIŞMA

Mehmet Akif'in hayatı ve sanatı üzerinde birçok eser yazılmıştır. Şa­irin çok yakın dosta olduğu için Mithat Cemal Kuntay'ınki bir özellik taşa­rı. Mehmet Akif'in türlü sanat vecibelerini görmek ve anlamak için bu kitap okunmaya değer bir yapıttır

Abdülhamit devrinde karlı bir gün.

İstiklâl Marşı Şairi Akif'le biz, Sangüzel'den kalkıyoruz. Recaizade'nin Şişli'de Bulgar Çarşısı'ndaki evine gidiyoruz. Recaizade, beni Reji Komiseri Nuri Bey'in konağından tanır; onun için bana güveni var. Nuri Bey'in konağı o kadar temiz ki orada tanışanlar, Abdülhamit birbirlerin­den korkmazlar.

Üstat Ekrem'in evine girince ben paltomu çıkardım: Akif de ceketin­den karları silkti. Oda soğuktu; odun sobası yeni yanmıştı. Geldiğimde ben içimden pişmandım: sıcak ve soğuk kavramlarını bilmeyen bünyesiy­le Akif'in yüzü benim pişmanlığımı paylaşmadığı için ona garez oluyordu.

— Canım Akif, insan üşümez mi? Bari hatırım için üşü! diyordum.

Derken Üstat Ekrem, odaya girdi. Başında pelüş takke, üstünde apartman gibi kocaman robdöşambr, ayaklarında şişman pantuflalar.

Bir taraftan odanın serinliği içinde üstadın aldığı bu hararet tedbir­lerine, ceketimin içinde tutuluyordum: bir taraftan da Üstat Ekrem odaya girerken Akif de ceketini ilikledi, ona da canım sıkılmıştı. Alçak benim o kadar büyük şairimdi ki onu kimseye saygı gösterir durumda görmeğe katlanamıyordum.

Bu can sıkıntılarıyla Akif i, Üstat'a kısaca tanıttım Üstat Ekrem ki büyük yaşının mı, yoksa başka bir nedenin mi etkisi altındaydı, her ne­dense çok durgundu.

Odada biraz eskidik, sonunda:

— İzin verirseniz, Akif Bey şiirini okuyacak, dedim. Üstat Ekrem susup susup birdenbire:

— Uzun mu?

Demesin mi? Ben bittim. Halıya bakıyordum. Çünkü biliyordum: Akif kızacak, bir şey söylemeden kalkıp gidecekti; sonra da birkaç yılbaşımın etini yiyecekti: "Beni bu adama ne diye götürdün? Anlat, niçin gö­rürdün?"

Fakat baktım, Akif, büsbütün alçakgönüllü idi:

— Pek uzun değil, efendim; diyordu. Ve "Fatih Camii" adındaki şiiri­ni okumaya başladı. Manzume okundukça Recaizade değişiyor, kaşlarını yukarı kaldırıp başını sallıyordu. Şiir bitince Recaizade, odanın herhangi bir noktasına gözlerini kaldırarak, odada olmayan birine: "Ah efendim, anlatamıyorum ki. Benim istediğim şiir işte bu. Dinlerken doydum, efen­dim" diyor, sonra da Akif e dönüyordu:

— Siz, büyük şairsiniz, Akif Bey! Arlık oda da sıcaktı. Üstat Ekrem de.

Üstat, hemen Akif'in başka şiirini dinlemek istiyordu. "Kahve" man­zumesini de başının deminki tasdikleriyle dinliyor, gözlerini açıp bana da başını sallıyordu: Yani ben Akif i ona tanıttığıma iyi etmiş oluyordum.

Ayrılırken, Üstat, "daima görüşmek istiyor, Akif'i haftada bir gece bekliyordu.

Sokağa çıkınca Akif e dedim ki:

— Kuzum Akif sana Ekrem Bey'in yaptığının yüzde birini başkası yapsa kıyametleri koparırdın. Biz bu adama memuriyet istemeye gelmedik. "Üstat Ekrem" diye ona, hem de kış kıyamette, geliyoruz. Sen: "Bir şi­irimi okuyacağım" diyorsun: o, "Uzun mu?" diye soruyor; sen de buna kat­lanıyorsun. Ya başkalarına karşı öfken yalan, ya bugünkü katlanışın.

— Üstat haklı, dedi; saçıma, sakalıma baktı. Bu adam edebiyatta bir mevki sahibi olsaydı, bu yaşına kadar onu tanırdım dedi; beni ilk gö­rüşte edebiyattaki tarihçiler gibi bir şey sandı, hani ölüm tarihi, doğum tarihi yazan adamlar var ya, onlardan biri.

Aramızda bu, uzun zaman bir alay konusu oldu. Akif, bir yeni şiiri­ni bana okuyacağı zaman, ben çenemde. Üstat Ekrem'in muhayyer sakalıyla yüzümü yukarıya kaldırıp sorardım: "Uzun mu?"

Mithat Cemal KUNTAY

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR:

ANI NASIL YAZILIR?

ANI İLE BİYOGRAFİ ARASINDAKİ FARKLAR

ANI (HATIRA) TÜRÜ VE ÖZELLİKLERİ

MÂZÎDEKİ HÂTIRALAR

GÜNLÜK

GÜNLÜK-2

GÜNLÜK ÖRNEKLERİ


 

BABAMIN VERDİĞİ CEZA

Bir yaz günü idi, Galiba temmuz. Teyzemin Kanlıca'da oturan kızı, küçük oğ­lu Ali ile beraber bize misafir gelmişti.

Büyükler, ninemin odasına çekildiler. İki üç yaş kadar küçüğüm Ali ile ben de, soluğu doğru selâmlıkta aldık. Vapur iskelesi bitişik, deniz önümde, bana karışacak kimseler uzak. Bahçe her yaramazlığa müsait, havuzun içi kırmızı balık dolu. Bana ol­ta verecek, yem hazırlayacak, emirlerimi dinleyecek kayıkçı uşak hep orada. Haremde ne işim var benim?

- Gel seninle denizden su çekip boşaltalım Ali!

Annesi biraz evvel tertemiz, güller gibi giydirmiş kuşatmış. Kimin umurunda? Merdiven altında iki boş ilâç şişesi, dolapta bir yumak sicim bulduk. Haydi deniz ke­narına!

Aman Yarabbi! Boş şişenin suya batarken; "glu, glu!" diye verdiği ses. O ne keyifli şey! Hangi eğlencede bu tat var? Kendimizden âdeta geçmiş bir hâlde bir saat, bir buçuk saat bununla eğlendik, oyalandık.

Şişelerimiz dolup boşaldıkça, etrafımız, üstümüz başımız gerçi çamur içinde kalıyor; fakat sevincimize de son olmuyordu.

Nihayet, bu oyundan usandık. Canımız balık tutmak istedi. Dört dönüp, her yeri araştırdığımız hâlde, babacığımın özenerek vücuda getirdiği olta takımını ele geçiremedik. Kim bilir, benim şerrimden nerelere saklamışlardı?

Derken bir aralık vapur geldi, iskeleye yanaştı. Manevra esnasında dümenin bembeyaz köpürttüğü suları seyrettik. O da bitti. Vapur, çıkaracağı yolcuyu çıkar­mış; binecekleri bindirmişti. Memurla beraber biz de: "Tamam!" diye bağırdık. Va­pur da düdük çalıp iskeleden ayrıldı.

O aralık gözlerimiz orada duran simitçinin tablasına ilişti. Üst üste istif edilmiş çörekler, pandispanyalar, gevrekler, şekerli şekersiz simitler, ne güzel, ne iştah verici bir manzara idi! Her ikimiz de yutkunarak elimizde olmadan bakıştık. Her ikimizin ba­kışmalarında da aynı arzu okunuyordu.

Birimiz üşenmeyip de, hareme kadar gitse, istediğimiz parayı elbette alırdı.

Ben, hiçbir vakit böyle bir isteğin gerek babam, gerek ninem ve gerek dadı­larım tarafından reddedildiğini hatırlamam.

Öyle iken -çocukluk zahir- olduğumuz yerden kalkıp da, içeriye kadar gitme­ye mi üşendik, ne oldu? Yoksa, insanların fenalığa karşı tabiî meyli mi benim altı yıl­lık varlığıma, muhakememe gidip geldi?

Simitçi, tablayı tenha iskelenin üzerinde bırakıvermiş; öteki vapur zamanına kadar orada beklemektense kahveye gitmişti. Teyzemin oğluna:

- Ali, dedim; bak, tablanın başında kimseler yok. Haydi, simit çalıp yiyelim. Usulcacık iskeleye açılan sokak kapısının zenbereğini kaldırdık. Sağa sola ça­buk bir göz attık. Civarda bizi görebilecek fert yok. Her taraf tenha.

- Haydi Ali!

Çocuk, benim kendisini itmemle koştu, elini rastgele tablaya uzattı. Mini mini ovucunun alabileceği kadar, galiba dört tane yirmilik simitle geri geldi. İkimizde he­yecandan tıkanacak gibiydik.

İşlediğimiz suçun dehşeti elimizde olmadan içimize korku, yüreğimize çarpın­tı veriyordu. Çaldığımız simidi, kapıyı kapadıktan sonra, orada, bahçede yiyebilirdik. Kimsecikler görmezdi.

Lâkin hayır! Daha ziyade saklanmak ihtiyacını duyduk. Odada kanepenin al­tına girdik ve artık tamamıyla şuursuz bir hırs ve iştahla, çalınmış simitleri atıştırmaya koyulduk.

Aradan henüz iki dakika geçmiş, her hâlde simitler bitmemişti. Oda kapısı açıldı. Bizi arayan babamın sesi duyuldu:

- Nerede bu çocuklar?

Eyvahlar olsun! O anda yer yarılıp içine girmek istedim. Şaşkınlıkla, ufacık ayağımı kanepeden dışarıya uzatmışım. Babacığım gördü:

- Kanepenin altında ne işiniz var bakayım?

Oldu mu bize olanlar! Aynı zamanda bir el kanepeyi tuttu, kaldırdı:

O simitler nereden çıktı?

...

- Söylesene, kim ver­di o simitleri size?

Bu sorunun cevabını bizim vermemize hacet var mı? işin gerçeği durumu­muzdan belli.

Lâkin tuhaf şey! Ne dayak var, ne azar. Ben bu sükûneti babamda ömrüm boyunca görmedim. Yaptı­ğım iş zararsız şey mi aca­ba?

Ertesi sabah, her vakitki gibi, iki kardeş babamızla kıra çıkıp bir gezinti yapmağa hazırlandık.

Kapıdan çıktık. İstinye koyuna doğru yürümeye başladık. Ben pek neşeli idim. Kırda koşacak, oynayacak, parlak kanatlı böcekler, narin yapılı tavşan bıyıkları top­layacaktım.

Gazinonun önüne gelince yüreğim "hop" etti. Bizim simitçi, tablasını sokağın ortasına koymuş, kendi de gazinoda nargile içiyordu. Ayaklarım birbirine dolaşma­sına rağmen, önüme bakarak oradan geçecektim.

Babam durdu. Beni eliyle yanına çağırdı ve cebinden çıkardığı gümüş ikiliği bana uzatarak:

- Bunu al! dedi; şu adama götür. Dün senden habersiz, tabladan aldığım dört tane simidin parasıdır, de, ver!

Götürdüm verdim. Fakat nasıl götürüp nasıl verdiğimi ben de bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, o günden sonra, benim malım olmayan eşyaya bir da­ha el sürmedim.

Ercüment Ekrem TALÛ

(Güneş dergisi)

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR:

ANI NASIL YAZILIR?

ANI İLE BİYOGRAFİ ARASINDAKİ FARKLAR

ANI (HATIRA) TÜRÜ VE ÖZELLİKLERİ

MÂZÎDEKİ HÂTIRALAR

GÜNLÜK

GÜNLÜK-2

GÜNLÜK ÖRNEKLERİ


NEYDİ?

Kişi öğrenmek istediği bir şeyin adını bilmek ister. Aradan uzun uzun yıllar da geçse, onun peşini bırakmaz; belki de bırakmaması gerekir. Hele bilen birinden, ansiklopedi­lerden, kitaplardan aradığını öğrenme olanağı yoksa aranan daha da ilginç olur. Yaşa­dığım bir olayı işte bu yüzden hiç unutamam.

Mayıs ayının bir cumartesi günüydü. O zamanlar okullar saat 13.00'de hafta tatiline girerdi. Okul dağıldıktan sonra kitaplarımı bisikletin arkasındaki seleye bağladım, okuldan ayrıldım; ilçenin içinden geçip köy yoluna sapınca, çantalı küçük radyomu boynuma asıp açtım. Yalnızdım. Ağır ağır bisikletle gidiyordum. İçimde okulla, dersler­le, yalnızlık dolu yaşamımla çevredeki böcek, kuş sesleri ve yeşillikler bütünleşiyor, git­tikçe uzaklaşan ilçeden köye doğru yaklaşıyordum.

Kanlıpınar yokuşunu geçtikten sonra bisikleti iniş aşağı saldım. Yokuşta çok terlemi­şim. Hava da inadına sıcak mı sıcak! Ama şimdi de bir serinlik başladı.

Saat 14.45 sıralarıydı. Uzun dalga Ankara Radyosu'nu dinliyordum. Her hafta yine­lenen bir açış müziği arasında, "Klasik Batı müziği dinleyici istekleri! Hazırlayan ve su­nan: Nevin ULUÇAM" dedi bir erkek sesi. Açış müziği yeniden yükseldi; bir süre daha çaldı, sonra hafifledi, kayboldu. Bayan sunucu, haftanın en çok istek toplayan Klasik Batı müziği parçalarından seçmeleri sunmaya başladı.

Bisikletin hızını azalttım. Hareket hızı arttıkça, rüzgâr uğultusu, çevreden gelen kuş böcek, insan, araba sesleriyle karışıyor, müziği iyi dinlememe engel oluyordu.

Yol boyunca bağların, bahçelerin, ilkbaharın koyu canlı yeşilliği arasında ilerlerken, zihnim ilginç anıların etkisinden yavaş yavaş kurtulup radyoda çalan müzikle bütünleş­meye başladı.

Değirmen yokuşuna gelince, hava daha bir sıcaklaştı. Bisikletten indim. Yeşillikler içinde bir ağacın gölgesine uzandım. Burası yoldan otuz kırk adım içerde, otlar arasın­da bir yerdi. Ağacın dallarından başka bir şey görünmüyordu.

Radyoyu başucuma koydum. Gözlerimi kapadım. Kendimi bütünüyle müziğe ver­dim. Ne kadar dinledim, bilmiyorum. Müziğin ruha verdiği zevk dinlendirici, doyuru­cu, bambaşka. Onu bir başka tatlı, güzel şeylerle kıyaslayamam. O anda duyduklarımı, beni büyüleyen, etkileyen uçarı güzelliği anlatacak sözcükler yok sanırım. Hele özü, duygusal anlatımlar arasında zaman zaman yinelenen ana temasını nasıl anlatabilirim!

Ama adı neydi o müziğin? Beni böylesine mutlu kılan, yemyeşil doğanın içinde doğal seslerle, içimdeki duygularla özleşen o sanat şaheseri müziğin adı neydi? Sunucu söyle­di, ama neydi adı? Besteci kimdi? Bittikten bir süre sonra geldi bu sorular aklıma. Belki de yeniden dinlemek isteyişimden geldi aklıma bu sorular.

İşte o zaman adını unuttum o müziğin. Kendisi tam on yıl kulaklarımda, içimde, özümde çaldı durdu. Radyoyu her açışta o müziği duyma özlemini duydum. Umutla çevirdim tam on yıl radyonun düğmelerini. Sessiz sessiz içimde yinelediğim o müzikle kurduğum duygusal bağ, radyoyu her açışta büyüleyici bir duyguyla gönlüme aktı.

Yaşamda "ilk"ler unutulmaz. Gerçek müzikle benim "ilk" tanışmam, karşılaşmamdı o. Ama adı neydi? Sormakla, ansiklopediler karıştırmakla öğrenilmesi olanaksız olan sanatın o yüce yapıtının adı neydi?

On yıl bu soru takılı kaldı usumda. Neden bilmek istiyordum adını? Duygularımın senfonisi miydi acaba? Yalnızlık dolu yaşamımın bir bütünleyicisi miydi? Candan, gö­nülden istenen bir dost, içten bir şiir miydi? Neydi beni büyüleyen? Onu niçin arıyor­dum? Adını neden bilmek istiyordum? Belki ben O'ydum da ondan mı?

Gece saat 22.00. Evde yalnızım, kitap okuyorum, dinleniyorum... Belki bilmeden, belki içimden gelen sese uyarak küçük radyomun düğmesini çevirdim. Sunucu: "Sayın dinleyiciler!" diye başladı; "Şimdi klasik müzik programını sunuyoruz." Bir müzik başladı, sunucu adım da söyledi; ama aklımda kalmadı. Derken birden kulak kesildim: Bu müzik bana hiç yabancı değildi. Ağır ağır bir kapıya vurulur gibiydi. Ses uzaklaşı­yor, duyulmaz bir durum alıyor, sonra kapıya yine gümbür gümbür vuruluyordu. Anla­tılamaz büyük, etkileyici bir heyecan ve merak içinde dinledim o müziği. Bittikten son­ra, sunucu, "Klasik müzik programında" dedi; benim on yıldan beri duymak istedi­ğim, ancak bir türlü duyamadığım bestenin ve bestecisinin adını söyledi.

— Evet evet! diye haykırmışım; gerçekten bu olacak, yanılmış olamam: Buymuş de­mek! Adını tam on yıldan beri öğrenmek istediğim müzik, Beethoven'in "Beşinci Senfonisi"ymiş.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR:

ANI NASIL YAZILIR?

ANI İLE BİYOGRAFİ ARASINDAKİ FARKLAR

ANI (HATIRA) TÜRÜ VE ÖZELLİKLERİ

MÂZÎDEKİ HÂTIRALAR

GÜNLÜK

GÜNLÜK-2

GÜNLÜK ÖRNEKLERİ


DÜŞMAN ÇANAKKALE'YE DAYANDI.

Olan oldu, muharebeye girdik, İngiliz ve Fransız donanması da Çanakkale Boğazı'na dayandı. Gerek İstanbul Boğazı'nın, gerek Ça­nakkale Boğazı'nın tahkimi için elimden geleni yapmıştım. Zama­nımda birçok defalar büyük kumandanlarla bu mesele görüşüldü. Donanma ile düşmana karşı çıkamayacağımıza göre, Boğaz tahki­matı ve kara ordusu ile neye muktedir olabileceğimiz uzun uzun mü­nakaşa edilmişti. O zaman bana söylenen, uzun menzilli toplarla do­nanmayı boğazlara yanaştırmamaya ve mümkün olamadığı takdir­de, karaya bir çıkarma yapmasına engel olmaya çalışacaktık. Fakat güçlü bir donanmanın desteğinde bir çıkarma yapıldığı ve sahilde tutunalabildiği takdirde, vaziyet çok tehlikeli olabilirdi!

Harp başladı. Dünyanın en büyük İki deniz devletinin donanma­sı Çanakkale önüne geldi ve çıkartmayı kolayca başardılar. Artık be­nim için her şey bitmişti. Kahır ve ümitsizlik içindeydim.

İşte bu günlerde Zat-ı Şahâne'nin iradesini tebliğ etmek üzere, Talât Paşa'nın beni ziyaret edeceğini bildirdiler. Geldi. İlk defa görü­yordum. Hürmette kusur etmedi. Tombulcaydı. Yüzünde, kendisine güveni olan insanların rahat gülümsemesi vardı. Bu yumuşak görü­nüşün altından çetin bir ruhun yattığını hemen fark ettim. Hep, o hürmetkâr gülümsemesi ve yavaş ses ile konuştu. Önce Biraderim Haz­retlerinin selâm-ı şahanelerini tebliğ etti, muharebe içinde olduğumu­zu anlattı, Çanakkale'de kanlı harplerin devam ettiğini söyledikten sonra, ma'küs bir netice (ters sonuç) çıktığı takdirde, payitahtın bel­ki Konya'ya taşınabileceğini, bu sebeple de benim Bursa'da Hünkâr köşkünde ikâmet etmek zorunda kalabileceğimi söyleyerek, buna göre hazırlıklarımın yapılmasını, Zat-ı Şahâne'nin irade buyurdukla­rını tebliğ etti.

"Sanki Bu Can, Bize Bir Baha Gerekecekmiş Gibi..."

Hayatımın en büyük öfkesi içine düştüm. Demek Payitaht düşe­cek, Biraderim Hazretleri Konya'ya ve ben Bursa'ya gideceğiz!... Sırf canımızı kurtarmak için!... Sanki bu can bir daha bize gerekecekmiş gibi!... Kostantin'in elde kılıç, bir nefer gibi burçlarda dövüşe dövüşe can verdiği İstanbul'dan, biz vapurlarla, trenlerle ayrılacağız!... İşte karşımda hep gülümseyerek oturan Talât Paşa bara bunları te'lif ediyordu.

-Hayır, dedim, ben Bizans İmparatoru Kostantin'den daha az haysiyetli değilim! Biraderim Hazretlerine ubudiyetlerimi (bağlılık arz ediniz. İrade-i Şahanesi ile Selanik'ten çıktım ama İstanbul'da çıkmam!... Kendisinin de çıkmamasını, ecdadımızın şerefi namına istirham ederim!...

Talât Paşa'nın yüzünde endişe alâmetleri vardı. Her halde duyduğum kahhar heyecan yüzümü değiştirmişti ki birden telaşlandı:

-"Nezd-i Hümâyun'unuza bir ihtimâli arz ettim!" dedi ve sonra masada duran levanta suyunu göstererek:

-Biraz serpeleyebilir miyim, sarardınız!...

Kendimi toparladım. Levantadan birkaç damla alarak ellerimi ovuşturduktan sonra:

-İşte ben de o ihtimali şahsım namına redediyorum, dedim, ecdadımın huzuruna mahcup gidemem!...

Talât Paşa, beni teskin etmek için böyle bir ihtiyatın, muhâlir kansızın) hesabı olduğunu, cepheden iyi haberler alındığını, biiznillâhi tealâ (Allah'ın yardımı ile) düşmanın denize döküleceğini uzun uzun anlattı. Müttefikimiz Almanya ve Avusturya'nın bütün cepheler de ilerlediğini, ordumuzun da Ruslara karşı muvaffakiyetle mukavemet ettiğini söyleyerek nezdimden ayrıldı.

"Zafer Haberi Ulaşıyor."

Hayatımın en karanlık günlerini bu devrede yaşadım. Hakikaten gazeteler, Çanakkale'de düşmanın durdurulduğunu, büyük zayiata uğratıldığını yazıyorlardı. Ben bir türlü bu haberlere inanamıyordum Fakat İngiliz ve Fransız donanmasının Çanakkale Boğazı'nı zorladığı ve giremediği bir hakikatti. Çıkartma yapmaya muvaffak olmuş ama ordumuzun karşısında mıhlanıp kalmıştı. Her vasıta ile cepheden haber almaya çalışıyordum. Muhafız Kumandanı Asım Bey'i sık sık Saray'a göndererek sahih malûmat almak için çırpınıyordum

İşte bu sırada, rabbime şükürler olsun ki ummaya bile cesaret edemediğim zafer haberi ulaştı. Düşman, tasını tarağını toplamış, askerlerinin yarısını denize, yarısını gemilerine dökerek Çanakkale önünden çekilip gitmişti. Bu büyük zaferi, Mustafa Kemal Bey adın­da bir miralay (albay) kazanmış!... Allah, devletime hizmeti geçenler­den razı olsun!

 

Sultan Abdülhamid'in Hatıra Defteri

İsmet Bozdağ

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR:

ANI NASIL YAZILIR?

ANI İLE BİYOGRAFİ ARASINDAKİ FARKLAR

ANI (HATIRA) TÜRÜ VE ÖZELLİKLERİ

MÂZÎDEKİ HÂTIRALAR

GÜNLÜK

GÜNLÜK-2

GÜNLÜK ÖRNEKLERİ


GERÇEKTEN DELİ MİYDİ? 

Güzel olmak için ille de akıl gerekmiyor. Akıl her yolun bilicisi, bu­lucusu değil. Akla danışıp da tökezlediğimiz nice zamanlar vardır, Aklı, şaşmaz kılavuz belleyenlere safi akılla gerçeğe erişebileceğini umanlarda bir parça akılsızlık arasak yersiz mi kaçar?

Nice meczublar, uçuklar, hatta deli dediklerimizden alınacak ib­retler olduğunu bilmek gerekir.

Her şehir gibi İstanbul da delisiz değil. Beşiktaş ile Bebek arasın­da gün boyu gidip gelen hırpanîler, saçı sakalı yüzünü örtmüş gari­banlar; Edirnekapı ile Beyazıt arasını son hızla ve akşama kadar ar­şınlayan pejmürde mekansızlar hep dikkatimi çekmiştir.

Birkaç sene önceydi.

Cağaloğlu'ndan çıkıp; Kapalıçarşı, Sahhaflar, Vezneciler yoluyla Fatih'e gitmek arzusundayım. Hava da mübarek billur gibi. Yolun so­nuna doğru Saraçhanebaşı bitimindeki parka gittim. Niyetim azıcık nefeslenmek. Yaz öncesi olmalı ki parktaki kanepeler torun gezdiren nineler ve şakacı gençlerle işgal edilmiş. Oraya mı şuraya mı otur­malı derken uzakta bir kanepede tek başına kalakalmış acaib kılıklı biri gözüme ilişti. Varıp yanına kondum. O da biraz toparlanıp kane­penin öteki ucuna kaydı.

Olanlar da bundan sonra oldu zaten.

Acaib kılıklı adam üç-beş dakika geçince burnundan solumaya başladı. Bir bana, bir uçan kuşlara bakıp, durmadan "Niçin hırsızlık yapıyorsun?" diyordu. Elde değil, alındım. Beni süze süze yaptığı bu ithamdan rahatsızlığa düşüp hafifçe seslendim:

-Bana mı söylüyorsun?

Gene kuşlara ve gökyüzüne uzanıp mırıldandı:

-Sana diyorum, başka kime olacak?

Hayretimi tasavvur edebilirsiniz. Ömrümün en öfkeli anlarını ya­şamakta idim ki o devam etti:

-Taksi tutacak adamın yaya dolaşması hırsızlıktır.

O parktan nasıl ayrıldığımı, eve nasıl vardığımı hatırlamıyorum. Ter içinde kalmıştım. Gerilimler altında ve asık yüzle yediğim akşam yemeğinden sonra hemen kadim dost Cahit Atasoy'u telefonla ara­dım. Çok yaman bestekâr ve ilim adamı olan Atasoy aynı zamanda dişe dokunur bir ekonomist idi.

-Durum böyle böyle, diye dert yandım.

Sanıyordum ki Atasoy, "Olur öyle şeyler, aldırma" diyecek, gü­lüp geçmemi isteyecek. Ama cevabı o meczubunki kadar çarpıcı yankılandı:

-Deli haklı. Bu, iktisat kanunlarının ana maddesidir.

-Atasoy, ne diyorsun?

-Evet öyledir. 200 metrekarelik evde oturması gereken zen­gin kişi 60 metrekareye sıkışmış ise hırsızdır. Özel şoför tutabi­lecek İnsan belediye otobüslerinde yolculuk ediyorsa toplum­dan bir şeyler çalıyordur. O, büyük evde oturacak ve özel şoför­ler, hatta aşçılar, hizmetçiler tutacak ki topluma borcunu öde­sin. Küçük evde oturması onun halıcıdan, avizeciden, badana­cıdan, mobilyacıdan, temizlikçiden ve onların sorumlu olduğu eş ve çocuklarından hak çalması mânâsı taşır.

Donakaldım.

Hayatımın belki de en müthiş dersini almıştım. O günden bugü­ne herkesin bende alacağı olduğu vehmi ile dolaşıyor, kazancımın tamamının bana ait bulunmadığını düşünüyor ve öyle yaşıyorum.

Deli deyip geçemeyiz. En umulmadık kişilerin bizden öte ve he­pimizden üstün yanları mutlaka var. Toplumlar delilere bile muhtaç.

O parkta rastladığım öfkeli deliyi ondan sonra çok aradım. Ama bir daha rastlayamadım. Acaba, karşılaşsak ne der, nasıl davranır­dım bilemem. Ama o deliyi sâde ayaklarım değil, vicdanım da haysi­yetim de insanlığım da çok özledi.

O deli, çirkin biri değildi. Belki çoğu akıllımızdan daha güzeldi. Kendini bir şey zanneden beni, canevimden zıpkınlamış, bir yazara hayatının dersini vermişti.

Artık hırsız değilim.

Güzel İnsanlar, Gürbüz Azak

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR:

ANI NASIL YAZILIR?

ANI İLE BİYOGRAFİ ARASINDAKİ FARKLAR

ANI (HATIRA) TÜRÜ VE ÖZELLİKLERİ

MÂZÎDEKİ HÂTIRALAR

GÜNLÜK

GÜNLÜK-2

GÜNLÜK ÖRNEKLERİ


Türk Orduları Başkumandanıyım


Afyonkarahisar'ın hatlarının çözülmesi sonunda birkaç Yunanlı tutsak, geceleyin Mustafa Kemaı'in çadırına getirilmişti. Bunlardan birisi, Muzaffer Generalin doğup büyümüş olduğu Selanik'ten geı mişti. Yüz, kendisine yabancı gelmediğinden ve üniformasında da hiçbir bellilik görmediğinden kim olduklarını ve rütbelerini sormaya başlamıştı.
- Binbaşı mısınız?
- Hayır.
- Albay mı?
- Hayır.
- Korgeneral mi?
- Hayır.
- Peki nesiniz?
- Ben Mareşal ve Türk Orduları Başkomutanıyım! Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunanlı kekeledi:
- Bir başkomutanın savaş hattına bu kadar yakın yerlerde dolaşması işitilmiş değil de!..
General SHERRIL
Kaynak: General Sherril - Atatürk Nezdinde Bir Yıl Elçilik, 1935

www.kulturturizm.gov.tr

Mutsuz Lider
Bir akşam sofrasının hararetli bir döneminde Mustafa Kemal, kişisel özgürlüğünün birçok bölümlerinden yoksun bırakılması acısını hüzün dolu sözlerle şöyle anlattı:
- "Şimdi siz buradan ayrılır, istediğiniz yerde gezer dolaşırsınız. Benim gözümde bunun ne büyük mutluluk olduğunu bilemezsiniz. Halime bakın, sahip olduğunuz bu özgürlükten yoksunum, cumhur-başkanıyım ama köşeye atılmış ve özgürlüğü sınırlı bir insanım. Bütün eğlencem, akşamları soframa topladığım arkadaşlara ayrılmıştır. Haydi, şimdi buradan ayrılıp bol bol dolaşın, istediğiniz yerlere girip çıkın, arzu ettiğiniz gibi eğlenin. Ben de bunun hayaliyle avunurum." dedi.
O akşam hepimiz masadan erken ayrıldık.
Damar ARIKOĞLU
Kaynak: Damar Arıkoğlu - Hatıralar, 1961

www.mustafakemal.net

Askerle Güreş
Bir gezisinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve güler yüzle sordu:
- Sen güreş bilir misin?
Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi Genç asker her /aman üstün geliyordu. Çok neşelendi, ayağa fırladı.
Ceketini çıkarıp Mehmet’e ense tuttu
. Haydi, bir de benimle güreş!
Katıksız ve temiz Anadolu çocuğu Ata’sının yüzüne hayranlıkla baktı
."Atam, dedi. Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi Bir Mehmet mı bu işi başarır7"
Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı
Tahsin ÜZER
Kaynak: Millet Dergisi, 1946

www.must8fakemal.net

İkinci Dünya Savaşı
Hastalığının ilerlemiş zamanında:
"Hatta bir gün, bizim önümüzde bazı siyasi sorunlara değinip Romanya' da yapılan hükümet değişmesinden söz ederken, bir patriğin işbaşına gelmiş olmasından hayret duyduğumu söyledim Bu nedenle İkinci Dünya Savaşı'nın da yaklaşmakta olduğunu anıştırarak dedi ki
. "Bir savaş çıktığı takdirde, kanımca yansız kalmalıyız. O zaman birçok fırtınalar kopacak. Devlet gemisini gayet ustaca yöneterek işin içinden sıyrılmaya çalışılmalıdır " dedi.
. ' Prof. Dr. Nihat Reşat BELGER
Kaynak: Nihat Reşat Belger - Atatürk'ün Hastalığı

www.mustafakemal.net

Yanına Aldığı İlk Er
Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa'ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kütlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi. Bir kadının, elinde bir kâğıtla Atatürk'e yaklaştığı görüldü Zayıf bir kadındı Atanın yolunu keserek titrek bir sesle:
- Beni tanıdın mı oğul? dedi... Ben sizin Selanik’te komşunuzdum. Bir oğlum var: Devlet Demir Yolları'na girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat Müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış.. Ne olur bir kere de siz söyleyiniz. Atatürk'ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle:
- Oğlunu almadılar mı? dedi. Ben salık verdiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İşte Cumhuriyet böyle anlaşılacak...
Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta kendinden geçercesine dolu bir sesle:
- İşte Cumhuriyetten beklediğimiz sonuç... diyordu.
Hulusi KÖYMEN
Kaynak: Uludağ Dergisi, 1941

www.mustafakemal.net

 

...

CONKBAYIRI

Conkbayırı'nı almak ve bütün boğaza hâkim olmak için İngilizler 20.000 kişilik bir kuvvetle günlerce kazdıkları siperlere yerleşmişler, hücum anını bekliyorlardı. Tan ağarmak üzereydi. 8. tümen komuta­nı ve diğer subaylarını çağırdım: -Mutla­ka düşmanı yeneceğinize inanıyorum ancak siz acele etmeyin, evvela ben ileri gideyim, size ben kırbacımla işaret verdi­ğim zaman hep birlikte atılırsınız. Bu du­rumdan askerlerini de haberdar etmeleri­ni istedim. Hücum baskın şeklinde ola­caktı. Sakin adımlarla ve süzülerek düş­mana 20-30 metre yaklaştım. Binlerce askerin bulunduğu Conkbayırı'ndan ses çıkmıyordu. Dudaklar sessizce bu sıcak gecede dua ediyordu. Kontrol ettim. Kır­bacımı başımın üstüne kaldırıp çevirdim ve birden aşağı indirdim. Saat 4.30'da kı­yametler kopmuştu. İngilizler neye uğra­dıklarını şaşırmıştı. "Allah Allah" sesleri bütün cephelerde, karanlıkta gökleri yıkı­yordu. Her taraf duman içindeydi ve he­yecan her yere hakim olmuştu. Düşma­nın topçu ateşi büyük çukurlar açıyor, her tarafa şarapnel ve kurşun yağıyordu. Bü­yük bir şarapnel parçası tam kalbimin üzerine çarptı, sarsıldım, elimi göğsüme götürdüm, kan akmıyordu. Olayı Yarbay Servet Bey'den başka kimse görmemişti. Ona parmağımla susmasını emrettim. Çünkü vurulduğumun duyulması bütün cephelerde panik yaratabilirdi. Kalbimin üzerinde bulunan saat paramparça ol­muştu. O gün akşama kadar birliklerin başında daha hırslı olarak çarpmıştım. Yalnız bu şarapnel, vücudumla kalbimin üzerinde aylarca gitmeyen derin bir kan lekesi bırakmıştı.

....

1.

Ben Vânîköyü'nde oturuyordum, Meh­met Akif de Beylerbeyi'nde. Bir gün öğle yemeğini bende yemeyi kararlaştırmış­tık. Öğleden bir saat evvel bana gelecek­ti. O gün öyle yağmurlu, boralı bir hava oldu ki her taraf sel kesildi. Merhum yü­rümeyi severdi. Havanın bu haliyle kara­dan gelemeyeceğini tabiî gördüm. Mîâddan biraz evvelki vapurdan çıkmadı, di­ğer vapur bir buçuk saat sonra gelecekti. Yakın komşulardan birine gittim. Vapur gelmeden döneceğimi de hizmetçiye söyledim. Yağmur devam ediyordu. Vak­tinde evime döndüm, bir de ne işiteyim, bu arada sırılsıklam bir halde gelmiş, be­ni evde bulamayınca, hizmetçi ne kadar ısrar ettiyse de durmamış, "Selâm söyle" demiş, o yağmurda dönmüş gitmiş! Erte­si gün kendini gördüm. Vaziyeti anlatarak özür dilemek istedim, dinlemedi. "Bir söz ya ölüm veya ona yakın bir felâketle ye­rine getirilmezse mazur görülebilir" dedi. Benimle tam altı ay dargın kaldı.

***

2.

Bende kitap merakının ne zaman başla­dığını bulmak için gözlerimi geçmişe çe­virdiğimde çocukluğuma kadar inmek ge­reğini duyuyorum, ilk kitaplığım, elime geçirebildiğim bir ayakkabı kutusu ol­muştur. Bütün özen ve dikkatimle burada sakladığım değerler de sanırım sokaklar­da satılan destanlar, Aşık Kerem hikayeleriydi. Daha sonraları marangoz yapısı ufak bir kitaplığım olduğu vakit de oynar­ken içine girebilecek kadar küçüktüm. Oyun ve oyuncak... Başım pek hoş de­ğildi onlarla. Babamın beni oyuna zorla­dığını bugün bile hatırlarım. Ama kitap­larla oynamak için özendirilmeme pek gerek yoktu. Sonunda babam kitaplara zarara vermediğimi anlayınca kendininkileri de bana bırakmakta güven gösterdi.