ABİDİN DİN0 18 YIL SONRA İSTANBUL'DA
Abidin Dino gurbete gideli tam on sekiz yıl oldu. Dile kolay... Dile kolay demenin de bir tadı var. Onun bileğinde bileziklerin hasından birkaç tanesi vardı. Vardı ama, gene de gurbet çekilmezdi. Abidin Dinonun Paris macerası, buna bütün anlamıyla macera demek gerek, çok ilginç ve dolu geçti. Paris'e bir büyük kişilik olarak gitti. Paris'ten çok öğrendiği olmuştur, bu bir gerçek. Onlara, Batı dünyasına vereceği çok şeyi de vardı dağarcığında. Az zamanda çok sevilen bir ün oldu. Türkiye'den vıcır vıcır, çiçeği burnunda bir İstanbul götürdü. Balıkçının türküsünü, Halicin sisini götürdü. Boyacı çocuğu, Çingene kızını, dok işçilerinin ellerini götürdü. Ve çok uzak bir gökyüzü götürdü, Anadolu bozkırının üstünde salınan uçsuz bucaksız, yanık sarı bir bozkır götürdü. Uçsuz bucaksız, yürüyen, bükülmüş, canlarını dişlerine takmış insanlarıyla. Şekerkamışına yere düşürmeden yirmi bıçak atan oğlan Adanalıdır. Toz duman içindeki dut ağacı, yaprakları tozdan apak olmuş. Çukurova'dadır. Bitmeyen yollar, bitmeyen yollara dökülmüş insanlar... Çok uzun yollardan geliyorlar. Ulu dağların ardından, büyük, uzak göklü bozkırlardan geliyorlar. Düşünceli, durgun, vuruşkan, öfkeli. Hep yürüyorlar. Bir karanlıktan bir ışığa yürüyorlar. Nâzım Hikmet, Abidin Dino için yazdığı bir şiirde aşağı yukarı böyle söylüyordu... O, bütün bunları götürdü beraberinde Paris'e. Nakışlı çam bardakları, Toros'un hızmanı, Sivas'ın, Avşar'ın kilimi de vardı bir yanında... O Paris'e yalnız gitmedi. Bir memleketle birlikte gitti. Daha daha çok şeyle gitti. Daha daha çok şeyle gitti ki buradan, bitmez. Saymakla bitiremezsin, kaleme gelmez. Bir de ışıklar, renkler, biçimler götürdü. Götürdükleri ona orada on sekiz yıl yetti de arttı bile...
Ve Paris'ten gümbür gümbür bir İstanbulla döndü. Paris'te on sekiz yıl yaptığı resimleri, satılmamış olsa da, beraberinde onları da getirseydi Dino, koskocaman, şaşırtıcı bir Anadolu getirecekti ki, lal-ü ebkem kalacaktık. Bir belalı Anadolu özlemi görecektik ki, olmaya-gitsin...
Onunla önce Nafi Baba tekkesine çıktık. Aşağılarda Boğaz bin-bir renk içinde dönüp duruyordu. Çok uzakta, yarılmış derin bir kuyu gibi. Işığa batmış gitmiş... Işıklar içinde... uçuşuyor. Oradan Rumeli-hisarına indik. Sonra Arif Dino'nun mezarına gittik. Sonra da Orhan Veliye. Arifin, Orhan'ın mezarları erguvana batıp çıkmış. Bir İstanbul güneşi ki, veryansın etmiş. Bir de yeşil, bir de Boğaz mavisi, bir de İstanbul ışığı. Bir de Boğazda türlü renk ile yürüyen kayıklar, motorlar, gemiler... Kıyılara serilmiş bin bir renk içindeki ağlar. Sarı muşambalı balıkçılar, durmadan bir şey yapıyor, işliyorlar, durmadan konuşur gibiler.
Kıyı boyunca yürüdük. Arifi, Orhan'ı, eski anıları, Çukurova'yı, sarı sıcağı konuştuk. Abidin Dino'nun bir huyu vardır... Gözlerini dünyaya diker, öylece saatlerce, günlerce dünyaya bakar. Bütün Abidin Dino bir göz olmuştur. Açılmış, biraz hayretten büyümüş, her gördüğü güzellik önünde bir sevinç çığlığı atan... Arif Dino bana demişti ki birinde, Abidin demişti, iki yıl gözleri açık konuşmadan, duymadan dünyaya hayretle baktı. Biz İstanbul'u dolaşırken Abidin Dino bir düşte yürür gibiydi. Biraz İstanbul gibi olmuştu. Tarabyaya vardık. Boğazın üstünde birkaç ak martı uçuyordu. Karşıya geçtik. Gittikçe düş içine giriyor, gittikçe sevinci artıyordu. Bir ara Üsküdar'daki koru, mor erguvana kesti. Camiler, arabalı vapurlar...
Bu halde, onunla konuşulamazdı. Onu bu havadan çıkarmak olmazdı. Yazık olurdu. İstanbul başına vurmuş gibiydi. Bir adamın başına İstanbul böylesine vurmuşsa... Hani dağ sarhoşluğu, denizaltı sarhoşluğu vardır, bir de İstanbul sarhoşluğu vardır. İstanbul, Türkiye sarhoşluğuna yakalanmış gurbetçi. Onu iyice anımsıyorum. Adana'da sıcağın alnında, ortalık sıcaktan çatır çatır ederken, onu bir de böylesine Adananın sarı sıcağı tutmuştu... Sergisini gördüm sonra... Sergisi tepeden tırnağa İstanbul'du. Düş içinde, uzaklarda yapmıştı İstanbul'u. Bir büyük sanatçının özlemi vurursa böyle vururmuş demek. Kim bilir görmediğimiz Anadolu özlem resimleri ne kadar güzeldi... Paris'e götürdüklerinden daha gerçek, daha güzeliyle geriye geldi Dino. Sergiden sonra azıcık açıldı Dino. Azıcık belalı istanbul'a alıştı... İstanbul'u, resimlerini, Adana'yı, Arifi, Nâzımı konuştuk onunla. Yazık ki onunla konuştuklarımızın hepsini yazamayacağım. Konuşmalardan en ilginçlerini seçtim.
Ben sordum:
"On sekiz yıl sonra İstanbul?" dedim.
"Ferhat ile Şirin meselesi..." dedi. "Nedir ki o?" dedim.
"Ferhat Şirine kavuşmak için elinde demir külünk, dağları deler yol eyler. Abıhayat suyunu akıtır ki Şirine kavuşsun. Sular gürül gürül çağlarken Şirin gelir Ferhad'ın yanına. Herkes bakar bunca yılın hasretine. Ferhat oralı bile olmaz. Şirini tanımaz. Bunca yıl Şirinin güzelliğini, bedenini unutturmuş ona. Şirin artık onun için bir düş olmuştur. Ben Şirini tanıdım. Öyle, olduğu gibi duruyor. Bıraktığım gibi. Öylesine kederli, öylesine sevinçli. Cesur, fakir, kirli, candan ve insan İstanbul... Elimle koymuş gibi buldum. Yerli yerinde duruyor ve güzel."
"Dün sergiyi gezerken bir seyirci diyordu ki, Paris'te yapılmış İstanbul resimleri gerçekten daha gerçek. Düşten daha bela. Bunu söyleyen genç bir adamdı."
"Flaubertin bir sözü var... Aşağı yukarı şöyle olacak, gerçeği öylesine yoğun yaşayacaksın ki, her uydurduğun gerçekten daha gerçek olacak. Bendeki belki de bir İstanbul özleminin birikimidir. Bu birikim bir parlama olmuş olabilir. Bana kalırsa bu sergi başarılı olmuş ya da olmamış, söz konusu olacak olan bu değil. Benim de üstünde durduğum asıl sorun bu değil. Bu bir deney. Düşle gerçek arasında, yarı yolda, anıyı gerçekle, düşle karşılaştırma sorunu. İçimde bir korku vardı, yapacağım İstanbul duygusal bir İstanbul mu olacaktı? Gençlerin beni, bir zamanlar benim Yahya Kemali gördüğüm gibi görmelerini istemezdim. Yani şahane bir İstanbul ressamı. Görkemli bir geçmiş. Şu bu..."
"Gene o genç seyirci, herhalde ressam falan olacak, sergide konuşuyordu. Güzel bıyıklı kumral bir adam. Diyordu ki, bir acayip sanat sırrıdır belki bu. Dino'nun istanbul'unda hiç insan gözükmüyor ama, her köşe bucağında insan var. İnsanlar ev ev, sokak sokak, deniz deniz soluk alıyorlar. Delikanlı şaşkınlığını gizleyemiyordu."
"Buna çok sevindim. Ama sergide gecekondular var. Fırtınaya tutulmuş, bir gemi örneği şehrin iniş çıkışları var. Zaman zaman karanlık, zaman zaman ışıklar var. Fakat sergide önemli bir şey eksik. Bunu açılışta daha iyi anladım. Şehri uzaktan görmüşüm. Ve bu şehrin insanlarını uzaktan çizmeye gücüm yetmemiş."
"Ama delikanlı, Abidin Dino'nun İstanbul'unda sokaklar, evler insanla doluymuş gibi geliyor bana, dedi. Bu düş şehrinde gerçek insanlar soluk alıyor, dedi. Bu nedendir? Bir insana böyle geliyorsa bir gerçek payı olmalı..."
"Olmasına sevinirim. Bence vıcır vıcır insanın kaynaştığı kalabalıklar şehrin çizgilerinden de önemli. Şehri insanla dolduracaksın ki şehir olsun. Yazık ki, İstanbul'u İstanbul yapmaya uzaktan gücüm yetmemiş..."
Bey öyle sanıyorum ki, bir sanatçı alanlarca insan yapar da bir tek insanın sıcak soluğunu duyuramaz. Başka bir sanatçı da boş bir şehirde vıcır vıcır insan kaynaştırır. Ben sergideki kumral bıyıklı delikanlıdan yanayım."
"Doğru. Bu da sanat gerçeğinin bir yanı."
"İstanbul böyle... İstanbul uzaktan insansız çizilmiş. Paris'te Çukurova üstüne çizilmiş birkaç resminizi görmüştüm. Bir de Orta Anadolu bozkırı üstüne. Onlarda insan vardı. Hem de etiyle kemiğiyle. Uzun yürüyüşe çıkmış insanlar. Uzakta bir gökyüzü. Düzlükte akan, kan tere batmış, toza dumana bulanmış insanlar... Onları nasıl yaptınız? Biliyorum, Adana'da, Kayseri'de, Çorumda yaptığınız resimler de böyleydi. Böyleydi demem, bu biçimde demek... Bunlar ötekilerden daha belalı, daha olgun..."
"Kim bilir. Anadolu gerçeği daha ağır basıyor. Belki de Adana ovasını, Orta Anadolu bozkırını sanatçı insansız düşünemiyor. İstanbul'u insansız çizebiliyor da insan, belki Anadolu'yu, Çukurova'yı insansız çizemiyor. Düz ova üstünde dikine durmuş, yürüyen, çalışan insanlar belki de kaçınılmaz bir önem taşıyor. Yıllar boyunca Paris'te işlediğim temalardan biri uçsuz bucaksız sonsuz uzaklıklar ve insan...
"Düz topraklar uzak, gökyüzü uzak, her şey uzak ve düzlükte yürüyen insanlar... Kurtuluş Savaşının sonsuz uzaklıkta yürüyen insanları... Bozkırla insan arasında yaman bir ilişki olacak. Bozkırı tek başına çizemiyorsun..."
"İnsana gücün yetip yetmemesi mi?"
"İki oynanmamış piyesim var. Bu piyeslerde insan sorununu, deminden beri konuştuklarımızı daha iyi hallettim. Bu bir özür değil. Bugün vardığım yerden, insanı anlatabilme bakımından, daha ileri gideceğimi sanıyorum. Resmin kendine özgü araçlarıyla. Bir gün insanı da bütün tadı, acısı, sevinci, güzelliğiyle, gücüyle çizebileceğim."
"Yazarlığınızın resminizle bir ilişkisi oluyor mu? Çizgi, renk sanatına faydası mı var, zararı mı?"
"Bak, ben bir büyük ressam seviyorum. Duydun mu bilmem. Viktor Hugo..."
"Resim de yapmış. Elde beş yüz kadar resmi var. Resimlerindeki imgeler şiirlerindeki imgelerden bambaşka. Ve güzeli, bu imgeler günümüzün imgeleri. Resimleriyle Hugo bugünün habercisi. Işık ve karanlık içinde fırlayan görüntülerin yepyeni mesafe kavramı... İç çelişmelerin şaşkınlığı içinde suratlar... Müthiş bir güç, müthiş bir resim tekniği. Bir sanatçı kendisini başka başka alanlarda anlatabilir. Bu da sanatın kuralları içinde."
"Daha açık söyler misiniz?"
"Bir yazar da resim yapar. Ama ressamın araçlarından başka araçlarla. Aradaki başlıca fark malzeme farkı. Ve kıpırdama olanağı. Devinme işi. Yazar da sinemacı gibi dinamik oluşumun içindeyiz, diyor. Ressam, oluşumunu resmin içsel öğeleriyle seyircinin kafasında canlandırmak zorunda. Resmin renk ve çizgi diyalektiği. Göze yaptırdığı gezilerle...
"Ayzenştayn, Film Duygusu ve Film Biçimi adlı kitaplarında resim sanatında durallık içinde hareketten söz etmiştir. Rönesans ressamlarının seyircinin gözünü istif sayesinde nasıl belirli bir gezintiye zorladığını anlatmıştır. Resimde devrimciliğin önemli bir yönü de bu. Devrimci konu yeterli değil, devrimci anlatım da gerekli. Zaten bunun ikisi baş başa gitmezse, sanat olmuyor. Gerçi bu birlikte yürümesi gereken güç, kah birisinde, kah öbüründe ağır basıyor. Bu da zaman koşullarıyla ilgili. Resim tarihi boyunca konuyla anlatım arasında böylesine dengesizlikler olmuştur. Konu yeniliği yeni biçimleri, yeni biçimler de konu yeniliğini zorlamıştır. Yani biçim yeniliği konuları hazırlamıştır."
"Şu uzaklık sorunu benim kafamı çoktandır uğraştırıyor. Göklerin uzaklığı, yolların, bozkırların uzaklığı... Bütün bu uzaklıklar içinde küçücük kalmış insanlar... Doğru, gerçek bu. Bunu başka deneyen sanatçılar da var mı?"
"Sinemacılar var. Ayzenştayn, Peter Brook bu mesafe işini işlediler. Ama ayrı ayrı biçimde ve ayrı ayrı düşünceler için. Örneğin Peter Brook insan yalnızlığını bütün hışmıyla duyurmak için. Benim için aynı şey değil... Benim insanım doğadan ayrılmıyor. Onun bir parçası da insan. İç içe bir macera. Ayzenştayn'ın işi step yalnızlığını, sonsuzluğunu derinlemesine duyurmak. Gerçekçi Rus yazarlarının yaptıklarını yapmak aşağı yukarı. Anadolu insanı için mesafe soyut değil, somut. Nâzım bir şiirinde benim resimlerimdeki insanlar için, bunlar insanda bir yere mutlaka varacağı duygusunu uyandırıyor, diyor. Lurçat da bir yazısında aşağı yukarı aynı şeyi söylüyor..."
"Bu uzun yolda varılacak yere varamayan insanlar da var."
"Ama varanlar daha çok ve yaracaklar."
Bana öyle geliyor ki, görmeden insanları da yapmak... Bir soyut var. Adana'yı, İstanbul'u, bozkırı bir daha derinlemesine yaşamak gerek. İnsanı derinliğine işlemek, onu bir daha derinden yaşamak gerek. Nâzım İstanbul'u göremedi, bir daha İstanbulu'nu yaşayamadı. Çok özlemişti İstanbul'u. Ben İstanbul'u gördüm, İstanbul'a onun gözleriyle bakıyorum. Onun sevinci içindeyim. Burada olmayanların gözleriyle bakıyorum istanbul'a. Bu bir acayip duygu."
"Duydum ki, Paris'te Mayıs Olayları üstüne bir sergi açmışsınız. Günlük olaylar üstüne sergi. Belki de politik bir kavga üstüne. Bazı kimseleri yadırgattı bu."
"Bu sergideki resimleri birkaç arkadaşla birlikte geçen Mayıs Olaylarında öğrenciler dövüşürlerken çizdik. Sonra da sergiledik."
"Bir gazete foto muhabiri gibi."
"Ona yakın. Biz olayın tanığıydık. Resimler iyi ya da kötüydü. Sorun o değil. Bunun bizce bir önemi yoktu. Önemli olan sanatçı olarak tanıklığımızı belirlemekti. Her birimiz ayrı bir açıdan, sanat çizgisinin mantığı içinde olayları yansıttık. Beni ilgilendiren belli bir kavga biçiminin yarattığı belirli bir hareket düzeni. Şunu demek istiyorum ki her çağın, her yerin kendine göre bir çarpışma görüntüsü var. Üstelik çağın içinde de bunların çeşitleri beliriyor. Herhangi bir memlekette haksızlığa başkaldıran gençlerle Vietnam'da sömürgecilere karşı dövüşen gençlerin bedenleriyle anlattıkları şeyler farklı. Vietnam'da ölüm bir milimetrelik ve bir anlık bir kıpırtıya bağlı. Oysaki kent sokaklarında (tehlike ne olursa olsun) boğa güreşinde toreador güzelliği içinde gençliğin direnmesi var. Ressam için bu gerçekleri çağı içinde perçinlemek...
"Zamanın, hareketlerin oluşması... Olayların üstünden zamanın geçmesi, her şeyin arınması, durulması... Bir de hareketin, olayın içinde pişerek birlikte sanat yapmak..."
"Resmin gündeliğe girmesi ya da girmemesi... Tartışılıyor. Girsin diyenler de var... Giremez diyenler de..."
"Buna vereceğim karşılık sanat tarihine dayanıyor. Mağara devrindeki ya da Çatalhöyük'teki neolikit kentteki av resimleri... Gündelik olayları hiç de büyüsel bir yola başvurmadan yansıtıyorlar. Bir de çok sağlam bir resim var, bir örnek. Ressam Davidin, Marat'nın öldürülmesi sahnesi, Picasso da Guernica'yı İspanya İç Savaşı bitmemişken dünyanın gözü önüne serdi.
"Anıdan düşe, sonra gerçeğe, sonra gündeliğe... Binicinin sağı solu yok. Yeter ki, sanatçının eli çağın elini sıkı sıkıya tutsun..."
Biz böyle oturmuş konuşurken ak bir martı gibi büyük bir gemi Boğazdan ağır ağır geçti. Bir özlem türküsü gibi.
Bir Bulut Kaynıyor Bu Diyar Baştanbaşa ,
Yaşar Kemal