Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

 


 1940'lara doğru Varlık dergisinde, genç şairlerin, eski şiirdeki "şairaneliğe", "ölçü" ve "uyağa" karşı koyarak başlattıkları girişim, 1941 yılında Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday'ın birlikte çıkardıkları Garip adlı bir şiir kitabı ve görüşlerini açıkladıkları "önsöz"le, yeni bir "çığır", yeni bir "akım" biçimine dönüşür. Daha son­raları bu çığıra Garip Akımı, Birinci Yeni adları verilecek, çığırı açanlara da Garipçiler de­nilecektir.

Garip önsözünden alman şu tümce ve bölümler, Garipçilerin şiirle ilgili, o günkü görüşlerini özetlemektedir (kimi sözcükler Türkçeleştirilmiştir):

"...Şiir bugünkü durumuyla, doğal ve yalın konuşmaya göre bir ay­rılık göstermekte; nisbî bir gariplik arz etmektedir. Fakat işin hoş tarafı, bu şiirin birçok hamleler sonucunda kendini kabul ettirmiş, bir gelenek kur­mak suretiyle de bu acayipliği ortadan kaldırmış olması...

Gelenek, şiiri nazım dediğimiz bir çerçeve içinde korumuş. Nazmın belli başlı öğeleri ölçüyle uyaktır. Uyağı ilk insanlar ikinci dizenin kolay anımsanmasını sağlamak için, yani sadece belleğe yardımcı olmak ama­cıyla kullanmışlardı. Fakat onda, sonradan bir güzellik buldular. Onu, hikmeti vücudu aşağı yukarı aynı olan ölçüyle birlikte kullanmayı bir us­talık saydılar. Şiirin de kökeninde, öteki sanatlarda olduğu gibi, böyle bir oyun isteği vardır. Bu istek, ilkel insan için göz önüne alınabilecek bir önemdeydi... Bir şiirde eğer takdir edilmesi gereken bir ahenk varsa, onu sağlayan şey, ne ölçüdür, ne de uyak. O ahenk, ölçüyle uyağın dışında da, ölçüyle uyağa karşın da vardır.

...

Söz ve anlam sanatları çok kez zekânın, doğa üzerindeki değiştirici tahrip edici özelliklerinden yararlanır. Bilgisini, eğitimini geçmiş yüzyıllara borçlu olan insan için bundan daha doğal bir şey yoktur. Benzetme (teşbih), eşyayı, olduğundan başka türlü görmek zorudur. Bunu yapan insan acayip karşılanmaz, kendine hiçbir gayri tabiilik yüklenmez. Oysa benzetmeyle eğretileme (istiare)'den kaçan, gördüğünü herkesin kullandı­ğı sözcüklerle anlatan adam bugünün aydını garip karşılanmaktadır. Yan­lışı, çeşitli sapıtmalarla gelinmiş bir şiir anlayışını kendisine çıkış nokta­sı yapmasıdır. Yazının çıktığı günden beri yüzbinlerce şair gelmiş, her bi­ri binlerce benzetme yapmış. Hayran olduğumuz insanlar bunlara birkaç tane daha eklemekle acaba edebiyata ne kazandıracaklar? Benzetme, eğretileme, abartma (mübalağa) ve bunların bir araya gelmesinden ortaya çı­kacak bir hayal zenginliği, umarım ki, tarihin aç gözünü artık doyurmuş­tur.

... Bugüne değin burjuvazinin malı olmaktan, yüksek sanayi döne­minin başlamasından önce de dinin ve feodal zümrenin köleliğini yap­maktan başka hiçbir işe yaramamış olan şiirde, bu değişmeyen taraf; 'mü­reffeh sınıfların beğenisine hitap etmiş olmak' biçiminde gözüküyor. Mü­reffeh sınıfları yaşamak için çalışmaya ihtiyacı olmayan insanlar oluştu­rurlar. O insanlar geçmiş dönemlerin egemenleridirler. O sınıfı simgele­miş olan şiir layık olduğundan daha büyük bir yetkinliğe erişmiştir. Ama yeni şiirin yükleyeceği beğeni, artık, azınlığı oluşturan o sınıfın beğenisi değil. Bugünkü dünyayı dolduran insanlar yaşamak hakkını sürekli bir didişmenin sonunda buluyorlar. Her şey gibi, şiir de onların hakkıdır. On­ların beğenisine hitap edecektir...

Şiiri şiir, resmi resim, musikiyi musiki olarak kabul etmeli. Her sa­natın kendine ait özellikleri, kendine ait anlatım gereçleri var... Bir şiirde ahenkli birkaç sözcüğün yan yana gelmesinden ortaya çıkmış bir musiki­yi, ezgilerindeki çeşitlilik ve akorlarındaki zenginlikle büyük bir sanat olan sahici musiki yanında küçümsememeye olanak var mı? Çıkışları ay­nı olan harflerin bir araya toplanmasıyla oluşan ",ahengi taklidi' de bu denli yalın, bu denli bayağı bir hile. Ben bu gibi hilelerden zevk duyma­nın, o ahengi şiirde duymaktan gelen bir memnuniyet olduğu kanısında­yım. İnsan anlaşılmaz sandığı bir şeyi anladığı vakit memnun olur. Bu memnuniyeti, anlaşılmaz sanılan yapıtın başarısı saymak, insanın kendi­ni yazarla bir tutmak, yani kendini beğenmek isteğinden başka bir şey de­ğil. Bu bakımdan halk tarafından sevilen yapıtlar en anlaşılanlar oluyor. Şiir bütün özelliği söyleyiş biçiminde (edasında) olan bir söz sanatıdır. Yani tamamıyla anlamdan ibarettir. Anlam insanın beş duyusuna değil, kafasına hitap eder. Bundan ötürü doğrudan doğruya insan ruhuna hitap eden ve bütün değeri anlamında olan gerçek şiir öğesinin musiki gibi, bil­mem ne gibi ikinci derecede hokkabazlıklar yüzünden dikkatimizden kaça­cağını da hatırdan çıkarmamalı. Tiyatro için çok daha gerekli olan dekora itiraz ediyorlar da, şiirdeki musikiye itiraz etmiyorlar.

Edebiyat tarihinde her yeni akım şiire yeni bir sınır getirdi. Bu sını­rı olduğunca genişletmek, daha doğrusu, şiiri sınırdan kurtarmak bize na­sip oldu... Fakat sınırsızlık ya da okulsuzluk niteliği şiirde tek başına, ay­rı bir biçimde bulunabilir mi? Kuşkusuz hayır. Bu niteliğin insana birçok yeni alanlar bulduracağını, şiiri birçok ganimetlerle zenginleştireceğini doğal saymalı... Bizim kendi hesabımıza, bu sınır genişletme işinde ele ge­çirdiğimiz ganimetlerin arasında arılıkla yalınlık var...

'Şiiri en arı, en yalın halde bulmak için yapılan insan bilinçaltını ka­rıştırma işi'nin symboliste'lerin kabul ettiği gibi içimizdeki birtakım giz­li tellere dokunma, ya da Valery'nin, yaratıcı etkinliği açıklayan, 'bilinç dışında olma' kuramlarıyla karşılaştırılmamasını isterim. Bu bağlamda bizim isteğimize en çok yaklaşan sanat cereyanı 'surrealisme' akımıdır...

... Şiirde saldırılması gerektiğine inandığım görüşlerden biri de dizeci (mısracı) görüştür... Dizeci görüş, bize, dizelerin olduğu gibi, onun parçaları olan sözcüklerin de incelenmesi, çözümlenmesi olanağını verir. Sözcük üzerinde düşünmek, onun güzelliğini, ya da çirkinliğini saptama­ya çalışmak; şiire, sözcük halinde, soyut bir 'şiir öğesi' anlayışı getirmiş­tir. Yüz sözcüklük bir şiirde yüz tane güzellik arayan insan vardır. Oysa bin sözcüklük bir şiir bile bir tek güzellik için yazılır. Tuğla güzel değildir. Sıva güzel değildir. Fakat bunların bileşiği olan mimarlık yapıtı güzel­dir... Aslında güzel olan bir sözcüğün şiirin gereci olması, şiir için bir ka­zanç değil. Eğer söyleniş biçimlerini, kullanılış biçimlerini de birlikte ge­tirmiş olmasalardı, bu sözcüklerin şiire bir zararı da olmazdı. Fakat ne ya­zık ki o sözcükler ancak belirli biçimlerde söylenebiliyor. Yani, kendi söy­leyiş biçimlerini kendileri belirliyorlar. İşte eski şiirin yukarıda sözünü et­tiğim özelliği bu söyleyiş özelliğidir, adı da 'şairane'dir.

... Bu söyleyiş biçimini getirebilecek sözcüklerden oluşan sözlük; ya­zarken şairane olmak isteyen, okurken de şairaneyi arayan insanın kafa­sında zorunlu olarak ortaya çıkar. O sözlüğün çerçevesinden kurtulma­dıkça, şairaneden kurtulmaya da olanak yok. Şiire yeni bir dil getirme ça­bası, işte böyle bir kurtulma isteğinden doğuyor. 'Nasır' ve 'Süleyman Efendi' sözcüklerinin şiire sokulmasını hazmedemeyenlerse şairaneye dayanabilenler, dahası onu arayanlar, hem de özellikle arayanlardır.

Oysa 'eskiye ait olan her şeyin, her şeyden önce de şairanenin karşısında bulunmak gerek."

.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve daha sonra, "insan", "dünya" ve "yaşama" arasındaki kararsız ilişkiler, yeni ortaya çıkan dünya görüşleri böylece sanat ve edebiyat anlayışımızda da köklü değişikliklere yol açmış oluyordu.

Önce Orhan Veli ve arkadaşlarının çabalarıyla, şiirin biçiminde, ölçü ve uyak bağlarını çözen bu değişiklikler; özde de "şairanelik"ten kurtularak "yalınlık"a, "halk"a "insanlık"a ve "yaşam sevinci"ne yöneldi.

Bunun yanı sıra, Nurullah Ataç'ın "yeni düzyazı anlatımı", "öz Türkçecilik", yerine göre "devrik tümce", sanatçılar ve yeni kuşak arasında yaygınlaşmaya başladı; "yemlik" arayışları, her alanda yaygınlık kazandı.

Birinci Yeni Akımı'nı ve bu akımın şiirdeki başlıca niteliklerini araştıran Suut Ke­mal Yetkin, "Yeni Türk Şiiri" adlı yazısında şunları belirtiyor:

“…

Çoğu okuyucunun yadırgadığı bu yeni şiirin ne dereceye kadar ba­şarı gösterdiğini anlamak için, onun her şeyden önce ne istediğini anlamak gerekir. Burada, yeni kelimesini, bir değer hükmü olarak değil, sadece yeni bir çabayı ifade eden bir kelime olarak kullanıyorum.

Yeni şiir ne istiyor? Hemen söyleyelim: Eskiyi yıkmak. Her yeni sanat hareketi eskiyi yıkmakla başlar. Yeni şiir sıkıcı ve bunaltıcı bulduğu eski şiire sert bir tepkidir; eski şiir, vezinsiz, kafiyesiz, musikisiz, şairane- siz şiir olamayacağına inanırdı. Eski şiir neyi saymış, neye güvenmişsem yeni şiir onu alaya almıştır. İlk iş, şekli mafsallarından ayırmak, vezin ve kafiyeyi atmak, musikiyi susturmak şairane sayılan düşüncelere el koymak oldu.

Kendilerinden konuşulsun diye taklit yoluna saparak acayip şiirler yazan bazı şairler bulunmakla beraber, yeni tarzda bazen birçok şairleri­mizin garabet olsun, kendilerinden konuşulsun diye garip şiirler yazdıkları söylenemez. Vezinli, kafiyeli, musikili şiirleri yazamadıkları için de bu yolu tuttukları ileri sürülemez. Onların alışık olduğumuz tarzda yazmış oldukları çok güzel şiirleri vardır.

Hücuma ilk hedef olarak vezinle kafiyeyi görüyoruz. Vezinsiz ve kafiyesiz şiir olmaz mı? Elbette olur! Elbette, şiiri şiir eden ne vezin, ne de kafiyedir. Fakat ne vezin, ne kafiyeden ibaret olmayan şiir, vezinsizlik ve kifayetsizlikten de ibaret değildir. Vezinsiz, kafiyesiz çok güzel şi­irler olduğu gibi vezinli ve kafiyeli olan çok güzel şiirler de vardır. Ama şiir veznin ve kafiyenin aldatıcı ahengine kapılarak kuru bir nazma düşebilirmiş. Vezinsiz ve kafiyesiz yazmakla da düpedüz nesre düşmek yok mu?

Şekli ve ahengi böylece kıran yeni şiir, büyük konulara yüz çevirerek silik konuları, küçük tasaları, küçük sevinçleri ele almıştır. Dünyada yal­nız büyük endişeler, ruhu binbir şüphelerle kaynayan üstün insanlar yok ya! Tramvay biletçisi Rıza, işkembeci Rüstem Usta, garson Nuri, beledi­ye tahsildarı Ahmet, bekçi Tahir Ağa, Mamaklı Hasan, bıçakçı Süleyman, Kumkapılı Melahat, Topkapılı Hacer de var: onlar da yaşıyor, onların da kendilerine göre meseleleri, dertleri var. Şiir yalnız falan üstada mı, falan büyük adama mı ithaf olunur? Bir vitrin karşısında acı hülyalara dalan çöpçü Ahmet'i, kara somunu yavuklusu gibi bağrına basan fırıncı Ahmet Ağa'yı unutuyor musunuz?

Yeni şiirde, insan gibi eşya da yer değiştiriyor. Burjuva sayılan piya­no, resim fırçası, vazo, şarap, krizantem, bonbon gibi şeylerin yerini zur­na, süpürge, kavanoz, rakı, salata, macun veya horoz şekeri alıyor.

Yine şiir fildişinden kulesini bir vuruşta yıkmıştır. O dolaşıyor, ama Çamlıca'da, Tepebaşı'nda, Moda'da değil; Edirnekapı da, Yeşiltulumba'da, Üsküdar'da, Mahmutpaşa'da, Kapalıçarşı'da, Uzunköprü'de dola­şıyor. Görüyor, dinliyor. Gördüğü, dinlediği hep fakir ve basit insanlardır.

Yeni şiirde görülen: mahsustur, küsur, gayrıkabil, manidar, tahsisat, istifade, mamafih, bermutat, bihaber, namevcut, hoşnut gibi sözcükler; anam, babam, asardım, boşver, resmidir, efkâr, çeker arabamı giderim gibi halk argosundan alınmış deyimler, bir yandan eski şiirin mümtaz kelime­leriyle alay etmek, bir yanda da halkın günlük hayatından bir enstantane vermek içindir...

Orhan Veli'nin 'Kitabe-i Seng-i Mezar'ına ilgi duymamız, onun, Süleyman Efendide, silik insanları, basit fakat ezelî dertleri içinde yaşat­mak isteyen ilk deney olmasıdır. Mersiye, ister Sultan Süleyman'a, ister Süleyman Efendi'ye söylenmiş olsun, sanat bakımından birdir...

Yeni bir şiiri arayan şairlerimiz bir yandan eskiyi alaya alma temrin­leri yaparken, bir yandan da zamandan kaçış gibi eski temalara taze bir ruh vermesini bilmiş, edebiyatımıza 'yaşamak sevinci' gibi yeni duygular da getirmişlerdir..." (Edebiyat Üzerine, 1952)

Veysel Öngören de Birinci Yeni'nin diliyle ilgili olarak şunları ekliyor:[1]

"Dil, sahip olduğu tek zenginliğini, konuşma dilinin tekmil olanak­larını, bu içeriğin üstüne sözcük aracılığı ile yönleştirmiştir. Ozan, artık köyde-kentte, anadan-babadan edinilmiş tek deneyimi gözden çıkaramaz Orhan Veli, Turgut Uyar, Metin Eloğlu'nda yaşayıp konuşularak incelmiş Türkçenin yatkınlıkları temelde yatmaktadır. Cahit Külebi'nin ‘bir mendil kiraz gibi' imajları, Behçet Necatigil'in rahatlıkla dili kırabilmesi yaşanılarak edinilmiş yatkınlığın işidir. Garipçiler'de hafiflik gibi alınan yaşanan dilin içtenliğidir. Onlarda kolaylık gibi alınmak istenen en zor olandı."

Birinci Yeni Akımı'nın öncüleri olan Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday dışında, şiirleriyle bu akımın yaygınlaşmasını sağlayan şairler arasında, Necati Cumalı, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nevzat Üstün, Nahit Ulvi Akgün, Orhon Murat Arıburnu, Ayhan Hünalp, İlhan Demiraslan, Muzaffer Tayyip Uslu, Rüştü Onur, Fethi Giray... sayılabi­lir. Behçet Necatigil, Sabahattin Kudret Aksal, Salâh Birsel, İlhan Berk, Metin Eloğlu, Özde­mir Asaf, Asaf Halet Çelebi gibi adlar ise yenilik arayışları arasında Birinci Yeni'nin ya­nında olmuşlardır. Bunlar, baştan beri var olan sanatsal kişiliklerini geliştirecek, kendi­lerine özgü yeniliklere yönelecek; Oktay Rifat, İlhan Berk, Metin Eloğlu gibi kimi şairler daha sonra, Birinci Yeni Şiiri'nin yalınlığı, şiirsellikten uzaklığı savını benimseyerek İkinci Yeni'nin oluşmasına katkıda bulunacaklardır.



[1] Türkiye Yazıları d. Haziran 1978

SON EKLENENLER

Üye Girişi