Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 

 

MELİH CEVDET ANDAY (1915 - 2002)

1915 yılında İstanbul'da doğan Melih Cevdet Anday, ilk ve ortaokulu İstanbul'da okudu. Ankara Gazi Lisesi'ni bi­tirdi (1936). Yükseköğrenim için Belçika'ya gitti. İkinci Dün­ya Savaşının çıkmasıyla öğrenimini yarıda bırakarak yurda döndü.

Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü'nde görev yaptı. Ankara Kitaplığında memur olarak çalıştı (1942-1951). Bu arada gazetecilikle çe­virmenliği de birlikte sürdürdü.

1951 yılında İstanbul'a geldi. Akşam, Tercüman, Cumhuriyet gibi gazetelerde yaz­dı. İstanbul Belediye Konservatuvarı Tiyatro Bölümü'nde öğretmenlik yaptı (1954).

TRT Yönetim Kurulu Üyeliği (1964-1969), Paris Öğrenci Müfettişliği (1978- 1980) görevlerinde bulundu.

Son yıllara değin Cumhuriyet gazetesinde, her hafta bir denemesini yayımlayarak yazınsal etkinliğini sürdüren Anday, 28 Kasım 2002'de İstanbul'da öldü.

 Ortaçağı Bir yana Bırakırsak o günden Bugüne sanatçı fen­dini ortaya koymaya çalışan biridir artık ve Böylece tarihe geç­mek ister, yeri doldurulmasın ister, kendini Beğenir. ‘Toplumuna hizmet etmek de ister, kendi beğenisi için de yapar...

‘Toplumsal Beğeni karşıtlıklar taşır, yarınki sanatı doğura­cak tohumlar vardır onun içinde. Sanatçı, doğrusunu ararsan, hep de bilinçli olarak değil, sezgisiyle de bu tohumlardan birini yeşertmeye bakar. Sanatlardaki değişimi, gelişimi Böyle de açıklayabiliriz. Hiçbir ölçü sürgit kabul edilemez. Onun için de sa­nat yoktur, sanatçılar vardır, derler. Sanatçı iyeni ölçüler yaratır; toptum, çağ onu yönetmeye çalıştıkça o da toplumuna, çağına yeni yönler önerir. ‘Biz fendi kültürümüz açısından Burada Bir Birikim sağlamakla yükümlüyüz... ‘yarın için de yazacağız.[1]

Melih Cevdet Anday

 

ÇEVRESİ-KİŞİLİĞİ-GÖRÜŞLERİ

Avukat Cevdet Anday’ın oğlu olan Melih Cevdet Anday, çocukluk ve gençlik; yıllarını geçirdiği İstanbul ve Ankara’da ilk ve orta öğrenimini tamamladıktan so­nra Hukuk, Dil ve Tarih Coğrafya fakültelerine yazılırsa da devam edemez; Belçika’da yapmak istediği sosyoloji öğrenimini (1938), İkinci Dünya Savaşı yüzünde yarıda bırakarak yurda döner.

Lise sıralarında sürdürdüğü Orhan Veli Kanık ve Oktay Rifat’la arkadaşlığa yazınsal düzlemde olgunlaşmaya başlamıştır.

Anday, bir konuşmasında Orhan Veli Kanık’la birlikte yaşadıkları bir olaydan şöyle söz ediyor:[2]

“Ankara’da Baraj yolunda, bir otomobille uçurumdan yuvarlandık, ölümden kurtulduk. Otomobili ben kullanıyordum. Orhan Veli kendini bilmeyecek gibi yaralandı. Bu yüzden yirmi dört saat tutuklu durdum ve Orhan Veli kendine gelince bırakıldım. ”

Arkadaşlarıyla yaptıkları şiir, tiyatro söyleşileri; lisede çıkardıkları “Sesimiz dergisi; Orhan Veli’yle aynı kızı severek paylaştıkları aşk duygusu; ilkin Varlık’ta yayımlanan şiirleri, onları, edebiyatımızın yenileşme evresinde Garip olayı ile “Birinci Yeni’nin öncüleri” düzeyine yükseltir.

“Sarışın, yeşil gözlü, kırmızı yüzlü, etine dolgun, sıhhatli bir vücut... Bol ışık­lı, elektrikli çenesi kendine has bir vakar taşıyan sarı bıyıklarıyla Melih Cevdet Anday, memleketimizde çok sık rastlanan tiplerden değildir. Onu tanımayan biri ilk görüşte, bu adam ya Macar, ya Alman yahut da İngiliz’dir, diyebilir.

Hareketli, sert mizaçlı bir insandır. Alıngan ve onuruna düşkündür... An­day’ın insanlar için, hak için, hürriyet için çarpan temiz bir kalbi vardır. ” diyor Baki Süha Ediboğlu:[3]

Melih Cevdet Anday, Ankara’da yetiştiği ve görev aldığı yerlerde, genellikle aydın ve bürokrat çevre ve kişilerle ilişkidedir.

Atilla Özkırımlı, çalışma yaşamıyla ilgili olarak Anday’la yaptığı bir konuşmasını şöyle aktarıyor:[4]

“İlk işi Devlet Demiryolları’nda memurluktur. Liseyi bitirince önce Hukuk’a, ardından Dil-Tarih’e girmiş, ama ikisine de devam etmemiş­tir. DDY’nın olanaklarından yararlanarak Belçika’ya gider, üç ay ka­dar kalır. Dönüşünde askerlik gelip çatar, askerlik sonrası da işsizlik.

Ankara’da iş arıyordum. Hasan Âli Bey’e (Yücel) rastladım. Ba­kandı. Ne yapıyorsun, diye sordu. Anlattım. Canım, bankaya memur olacak değilsin ya, Neşriyat Müdürlüğü’nde çalışmaya başla, dedi Çok güzel bir dönemdir o dönem. ’

Her güzel şey gibi, o güzel günler de geçicidir. 1946’da Reşat Şem­settin'in temizlik harekâtında Melih Cevdet’in payına da Konya düşer Ama kütüphaneler müdürünün aracılığı üzerine Ankara Kitaplığı’na tasnif memuru olarak atanır.

‘Kitaplıkta otuz bin kadar kitap vardı. Bunun yirmi bini Arapça, Farsça, Osmanlıcaydı. Eski yazıyı, Osmanlıcayı biliyordum, ama ora­da çok ilerlettim. Öğleye kadar tasnif yapıyor, öğleden sonra da ayır­dığım kitapları okuyordum. Bu kitaplar Osmanlı tarihi, Osmanlı gra­meri konularında olurdu hep. İki yıl sürdü bu.’

Nazım Hikmet’in serbest bırakılması için Orhan Veli ve Oktay Rifat’la birlikte yaptıkları açlık grevi de o günlere rastlar. Ardından iş ara­maya İstanbul’a gider Melih Cevdet. Akşam gazetesine girer bir süre sonra. Hem iç sayfa sekreterliği yapmakta, hem de bir sanat-edebiyat sayfası hazırlamaktadır. Orhan Kemal, Oktay Rifat sayfanın sürekli yazarlarıdır. İdeolojik açıdan biraz sert sayfadır, epey de etkili olur. Der­ken bir gün, Necmettin Sadak’ın kızıyla evli olduğu için gazetede his­sesi bulunan spor sayfası yöneticisi eski futbolcu, Melih Cevdet gaze­tede yokken gelip, Burası komünist yuvası oldu’ diyerek masasını kaldır tır.

‘Sonra Vedat Nedim Tör, Doğan Kardeş’in kitap yayınlarında ça­lışır mısın, dedi. Gittim, Şevket Rado da ortaktı Doğan Kardeş’e. Ora­da hem çeviri yapıyordum, hem de kitapların baskı işleriyle uğraşıyor­dum.’

Yine çok sürmez. Yine bir gün Şevket Rado uğrar. Polis geldi, se­ni sordu der. Burada çalışamazsın. Eh, polis sorduysa yapılacak bir şey yoktur.

Bitmez. Bir de Tercüman serüveni vardır Melih Cevdet’in...

‘Tercüman’a takma adla fıkralar yazıyordum. Sonra kendi adınla yaz dediler bana. Kendi adımla ancak bir ay yazabildim. Patron, Peyami Safa’yla anlaşmış. Bir gün Semih Tuğrul, Peyami Safa’nın ilk şartı senin yazmaman dedi. Bari bugün son yazını yazıp bırak.

Sonra Büyük Gazete, sonra Tanin, sonra Cumhuriyet...’’

1936’da Varlık’ta çıkan “Ukde” adlı ilk şiirini, sonra başkaları izler. 1941’de Garip'te arkadaşlarıyla birlikte yayımlar yazdıklarını.

Melih Cevdet Anday, Garip dönemiyle ilgili yaptığı konuşmalardan birinde:[5]

“Yurdumuz için içtimai adaletten en çok mahrum bir memleket (haklı olarak) dediğinize göre, bir sanatkâr için bu adaletin kurulma­sına çalışmaktan daha güzel bir coşkunluk düşünülebilir mi? Salt ‘gü­zel’ peşinde koşanlar telaşlanmasın. Bu konuyu bir sanatkâr ele alaca­ğına göre tabiî işini güzel yapacaktır...

Geçmiş edebiyatımız bugünün insanını doyuracak bir edebiyatın geleneğini kuramamıştır. Bugünkü Türk sanatkârları işe yeni baştan, en baştan başlamayı göze almak zorundadır... Bütün insanlar gibi sa­natkârlar da kendi güçlerinin, içinde yaşadıkları toplumun sınırlarıyla çevrilidir. Biz bu sınırları elimizden geldiği kadar genişletmeye uğraşalım...”

demekte; başka bir konuşmasında ise şunları söylemektedir:[6]

“Garip hareketi şiirde sulandırılmış bir duygululuğa karşıydı. Bu karşı oluş, o şiiri (Garip şiirini) o gün için kolay açıklanamayacak bir çeşit korku ile diyeyim, temizlikçi durumuna soktu. Ama ayıklarken, en sade anlatım biçimini ararken, gerçekte hiç de korkulmayacak olan bir çeşit duygusallıktan ve bir çeşit anlatımlardan da kaçınılmıştır gibi geliyor bana bu, gerçekte iyi de olmuştu. Yolun temizlenmesi, yeniden yapılmasına açmıştır. Hatta bu açıdan bakılırsa bir özgeçiden bile söz edilebilir.

Bu şiir, yavaş sesle konuşmayı ereklemiş bir şiirdir. Ritmin, seçilen sözcüklerin, kurulan dizelerin ve ele alınan duyuş ve düşüncelerin hep bu konuşma sesiyle bağlantısı vardır. Oda müziği gibidir diyebiliriz.”

1950’lerde arkadaşlarında başlayan kendini yenileme girişimleri, Melih Cev­det Anday’da da, kendi “yaratıcılığına uyan, kişiliğindeki kendi kendini yenileme, çok yönlü bir ozan olma eğilimleriyle bağdaşan, kıvrak, ne yaptığını bilen, ölçülü anlatıma girişen...”[7] niteliklerle ortaya çıkar.

Mustafa Öneş’e göre;[8]

“Birinci Yeni’nin toplumcu yanı en ağır basan şairidir o. Aynı yıllarda ve daha sonra yazan birçokları gibi zengin yoksul eşitsizliğinde yola çıkarak, insanlık adına onaylanamayacak davranışları, bencilce istekleri, bi­reyci girişimleri, aldatmacaları, kapitalizmin olanaklarından yararlanıp sırtından milyonlar kazandığı yoksul kişilere tepeden bakanları, yiyicileri, bezirgânları eleş­tirir. Düzensiz kentleşmeyi yerer; çalışıp da emeğinin hakkını alamayanların, işsiz­lerin, açların içinde bulunduğu güç koşulları dile getirirken, sorunlara gerçekçi bir açıdan bakar, hatta ‘teşhis’ koyar?” Anday, yazınsal yaşamı süresince değişik yö­nelişlerde bulunacak; oyun, roman, deneme, gezi türlerinde yapıtlar ortaya koya­cak; Mitologya’dan, Hümanizma’dan yararlanarak görüşlerini de açıklayacaktır.

Gazete, dergi ve kitaplarla ortaya koyduğu sayılamayacak çoklukta yazıları ve konuşmaları içinden seçilen aşağıdaki alıntılar, onun yazınsal kişiliği ve görüşleriy­le ilgili, ancak birkaç bölüntü (paragraf) olabilir:

HALK BEĞENİSİ ve SANAT

“Amaç, çağdaş bir insana yakışır beğeniyi yaratmaksa, halka sanal ve bilim eğitimini de götürmek gerekir. Geri bırakılmış halkın beğeni dü­zeyine seslenmek halkçılık değil, yeteneksizliğin örtbas edilmesidir.

Sanatı bilimden ayıran şey, sanatın herkese açık olmasıdır kuşku­suz. Molière, halkın tiyatrodan anlamasını överken onun oyuna önyar­gısız baktığını söyler, oysa seçkinler edindikleri önyargılara dayandık­larında güç beğenir kimselerdir... Ama bir sanata önyargısız bakmak başka onu değerlendirmek başkadır." (Cumhuriyet g. 20 Kasım 1976)

TOPLUMSAL OLAY ve OZAN

“Ozan, her çeşit toplumsal olayın etkisindedir bence. Ama bu et­kiyi, onun şiirlerinde aramak, hele bulmak hiç kolay olmaz. Başka bir deyişle, ozanla toplum ilişkisi, araltısız (immédiat) doğrudan bir ilişki­dir de, (belki bu ilişki başka hiçbir yerde bunca doğrudan olamaz), ozanın ürünü ile toplumsal olay arasındaki ilişki gene de çok derin bir özdeşlik taşır, kimi zaman hiç kendini göstermez. Bu da ozanın karşı koymasından olmalı; çünkü onun başlıca amacı, toplumu ve do­ğayı değiştirmektir, bu yüzden ozan almaz, atar; bir şeyi yadsımaz, yok eder, ya da bozar. Toplum ile ozan arasında bir zaman uyuşmazlı­ğı da olur çoğun; geçmiş ile gelecek ve günümüz birbirine karışıverir; ozanın nerede, hangisinden söz ettiğini çıkaramayız kolayca.

Ozanın toplum üzerindeki etkisine gelince; ben bu etkinin neredeyse yok denecek gibi az olduğunu sanıyorum..." (Milliyet Sanat Dergisi, 16 Mart 1973)

ŞİİRİN YERİ

“(Bir şiiri okuyup bitirdikten sonra) elimizde bir şey kalmaz. Kimi zaman bu şiirin tümü, ya da birkaç dizesi belleğimizde kalır. Ama ço­ğun, bunlardan daha baskın olanı, bir şiirin belleğimizde bıraktığı anı­dır. Bunu bir renk anısına, bir davranış anısına benzetebiliriz. Neyin rengi, nasıl bir davranıştı unutsak da, onun yeri kalmıştır düşüncemiz­de. Benzeri olmayan bir yer... Sonra bir gün o yer, hangi nedendense, bize kendini duyuruverir.

OZANIN DİLİ

Ozan, kendine özgü bir dil aramaz, aramamalıdır. Ozanın dili, ki­şiliği demektir. Kişilik nasıl aranmakla bulunmazsa, şiir dili de özene­rek yaratılamaz. Aykırı görünecek ama ozan, dilini aştıkça dilini bu­lur, kişiliğini aştıkça kişiliğini bulur. Bunların ötesine geçebilmektir gerçek başarı...” (Varlık d. 1 Eylül 1962)

“Bir topluma şiirin tek anlatım aracı olması akılsal düşünmenin daha yerleşmediğini gösterir... Şiirin ‘neyi’ söylemek değil, ‘nasıl’ söylemek olduğunu bilenlerden biriyim. Benden düşünce, ‘nasıl söyleyeyim’ sorusunun bir aracı olmuştur... Ben tanıtlanmış bir görü­şü yeniden ortaya atmak için de yazmadım bu şiirleri. Onlar bana eş­yayı, yaşamı yeni bir gözle görmemi sağladılar...” (Milliyet Sanat der­gisi, 15 Ocak 1982)

İLİMİZDEKİ DEĞİŞİM

‘‘Kırk elli yıl önce yazdığım yazıları gördüğümde şaşacak oluyorum, ne büyük değişiklik geçirmiş dilimiz! Bu değişikliği sadece bizim I kuşak değil, bizden önceki kuşak da yaşadı, örneğin Ataç kuşağı. Ataç örneğini boşuna vermedim, bu usta yazarımızın eski yazılarında kullan­dığı dil ne şaşırtıcıdır! Bir dil bunca kısa bir sürem içinde, bunca köklü bir değişiklik geçirirse bundan biçemler de sarsıntıya uğrar, demek kişi­likler bölünür. Yukarıda söylediğim iki kuşağın yazılarında bu durum açık seçik görünüyor, sanki bir yazar iki yazar olmuş gibidir. Baş döndürücü bir hız! Bizde düzyazının geç oluşmuş bulunması da bunda etkili olmuştur..." (Cumhuriyet g. 3 Temmuz 1987)

ŞİİR DİLİ

“Bilim dilini mantık, akıl denetler; şiir dilini ise sezgi, içgüdü, düş. Şiirin denetimcileri, bilim adamı için ancak işin başında vardır, süregitmesinde bir yana çekilir. Düzyazı ile şiir arasındaki ayırıma benzer bu, ilkine anlam gelir yerleşir, oturur, şiiri ise, bir gemiye yol gösteren albatros gibi uzaktan, tepeden yönlendirir. Ozan için doğa deneyi, bilinemeyenin esrikliğe dönüşümüdür, ama erinç vereni­dir de. İmdi bütün bu karmaşık algının dile dönüştürülmesinde dü­ğümlenecektir. İşte 'imge’nin ödevinin başladığı yer burasıdır. Ozanın bu deneyine ‘özyaşamsal deney’ diyelim.

Ozanın ikinci deneyi, doğayı imgeye çevirmesinde başlar. Bunu irdeleyebilirsek, şiirin çağdan çağa neden ve nasıl değiştiğine ilişkin kimi aydınlamalara varabiliriz. Şimdi artık ‘şiir dili’ ile karşı karşıya bulunuyoruz, başka bir deyişle, ozan özyaşamsal deneylerini şiir dili­ne çevirecektir, bu da değişikliğin ilk nedeni olacaktır. Bizim şiirimizde bu değişme, dilin özleşmesi akımı ile bir arada yürütüldüğü için, şiir dilindeki değişmenin pek ayırdına varılmamıştır. Gerçekte yeni şiiri­mizi eski şiirimizden ayıran özellik, sözcük sanatının baştan başla­masında gizlidir. Söz konusu olan ‘yar’ yerine ‘sevgili’, ‘cam’ yerine ‘kadeh’ deme anlamında bir yenilik değildir; çağdaş şiir, bir düzen’i, bir ‘uyum’u bozmuş ve bunların yerine yenilerini geçirmiştir...” (Cum­huriyet g. 16 Ekim 1987)

Özetlersek; Melih Cevdet Anday,

Sanat ve bilim eğitiminin halka götürülmesi gerektiğini;

Sanatçının, toplumsal sorunlardan uzak duramayacağını;

Düzyazının, uygarlığın ölçütü olduğunu;

Şiirde “neyi söyleme”nin değil, “nasıl söyleme”nin; şiir dilinde sezgi, içgüdü ve düş’ün: düzyazıda anlam’ın; bilim dilinde ise akıl ve mantığın önemli olduğunu sa­vunmaktadır.

YAPITLARI

Şiir, roman, oyun, deneme, gezi yazısı türlerinde yazdığı yapıtları yanında, bir­çok çevirileri de vardır Melih Cevdet Anday’ın.

Türlerine ve ilk yayın yılına göre bu yapıtları şöyle sıralayabiliriz:

Şiirler: Garip (Orhan Veli Kanık ve Oktay Rifat’la birlikte) (1941), Rahatı Kaçan Ağaç (1946) Telgrafhane (1952), Yanyana (1956), Kolları Bağlı Odysseus (1963), Göçebe Denizin üstünde (1970), Teknenin Ölümü (1976 Yeditepe Şiir Armağanı) (1975), Sözcükler (Bütün Şiirleri, 1978, Sedat Simavi Edebiyat Ödü- û). Ölümsüzlük Ardında Gılgamış (1981, Türkiye İş Bankası Edebiyat Ödülü) 981), Tamdık Dünya(1984), Güneşte (1989), Yağmurun Altında (1995), Seçme Şiirler (1997).

Romanlar: Aylaklar (1965), Gizli Emir (1970 TRT Roman Başarı Ödülü) İsa’nın Güncesi (1974), Raziye (1975), Yağmurlu Sokak (1991), Meryem Gibi (1991), Birbirimizi Anlamalıyız (1992).

Oyunlar: İçerdekiler (1965), Mikado’nurı Çöpleri (1967-68 En Başarılı Oyun); İlhan İskender Armağanı) (1967), Dört Oyun: Yarın Başka Koruda, Köpek Var, Ölüler Konuşmak İsterler, Müfettişler (1972), Ölümsüzler (1987) j

Denemeler: Doğu-Batı (1961), Konuşarak (1964), Gelişen Tiyatro (Tiyatro yazıları) (1965), Yeni Tanrılar (1974), Sosyalist Bir Dünya (1975), Dilimiz Üstüne Konuşmalar (1975), Maddecilik ve ülkücülük (1977), Anadolu’da Sosyalist Ülkelerde (1977), Yasak (1978), Paris Yazıları (1982), Sevişmenin Güdüklüğü ve Yüceliği (1990), Yiten Söz (1992), Aldanma ki (1992), İmge Ormanları (1994), Geleceği Yaşamak (1994)

Gezi yazıları: Sovyet Rusya, Azerbaycan, Özbekistan, Bulgaristan, Macaristan (1965)

Anı: Akan Zaman Duran Zaman (1984)

"Ben şiirden oyuna, oyundan romana geçmeyi, yazı tekniğindeki punto ve biçim değişikliğine benzetirim. Faulkner, romanlarında bakarsınız, Romen harfinde I italiğe geçiverir, onun gibi bir şey... Şunu söyleyeyim ki, oyunlarımı, şiirimin mani tığı ya da mantıksızlığı ile yazıyorum. Bunu ‘Gizli Emir’ adlı romanımda da denedim. Ama türün zorladığı özellikler de vardır ki, onlardan kaçınılmaz. Boyun eğmek zorundasınız. Başka bir deyişle, türden türe geçerken kafayı değiştirmeli... şiir, dile dayanan bütün sanatların anasıdır bence... Hangisini daha çok seviyorum ‘Yarın Başka Koruda’ adlı oyunumu yazarken, içinde bulunduğum ussal durum, birbirine benzemiyor. Gene de bakıyorum da, aynı şeyi yapmışım gibi geliyor bana.”[9]

diyen Melih Cevdet Anday, 1978’e değin yazdığı şiirleri Sözcükler’de[10] Bütün Şiirleri” notunu koyarak yayımlamıştır.

Sözcükler’de Anday, son yazdığı ve yayımladığı yapıtlarından (şiir) daha ön­cekilere doğru bir sıralama yapmıştır; ilk şiirleri en sondadır. Biz, tarih sırasını izle­yerek tanıtmaya ilk şiirlerden başlıyoruz:

Sözcükler’e, Orhan Veli Kanık ve Oktay Rifat’la birlikte 1941’de çıkardıkları Garip adlı kitapta yayımlanan birkaç şiirini alan Anday, ilk şiirleri arasına “Başlarken” ve “Masal” adlı bölümler eklemiştir.

“Nergis”in “Yankı”yla, aldatıcı ama doğayla bütünleşen simgesel öyküsünün anlatıldığı “Masal”da, seven de sevilen de Nergis’in kendisidir. O kendi sesine aldanmıştır. Kendini yakıp bitiren Yankı’ysa,

“O günden beri ıssız mağaralarda”

“İşittirir sesini bütün çağıranlara.”

Ölçüsüz, uyaksız yazılan Masal’a karşın, “Başlarken”den, 9’lu, 11’li, 14’lü di­zelerle “abba”, “abab” uyak örgülü dörtlüklerden oluşan biçimler göze çarpar. Bu şiirlerde bireysel duygu ve bekleyişler dile getirilmektedir.

Rahatı Kaçan Ağaç, genellikle özgür biçimli, şiirselden uzak, Birinci Yeni’ye örnek şiirlerden oluşur; ya da ölümü ve anlık düşünceleri içerir.

Orhan Burian, 1952’de yazdığı “Kanık-Anday-Rifat üçlüsüne Son Bakış” adlı denemesinde:[11]

Telgrafhane ile Aşağı Yukarı, Kanık’ın Yaprak aşamasını öncü bilen şiirleri topluyor...

Melih Cevdet Anday, hıncında daha sürekli, daha kesin. Dünya­yı suçlayan bir hali var (Dayan). Daha başlarken lirizm ile ilişiğini kes­miş, Kanık ‘şairane’ aleyhinde bulunmuş. Garibe çatmıştı. Şimdi de Anday lirizmi şiirden sürüyor:

Ne ilahi şeydir o lirizm

Kimine cepken cepken cepken

Kimine kimine kimine yelek

Ah ben lirizmi pek severim.

Bu lirizm yabancılığı galiba Yaprak sayfalarından etrafa yayıldı.” diyerek bir bakıma, Sözcükler’de yer alan bu bölümü “tanıtlamış” oluyor.

Telgrafhane’deki şiirlerde, toplumsal eleştiri, aşk, yaşama sevinci, çocukluk anıları ve özlemi... işlenmiştir.

Çürük”teki, Birinci Yeni’nin toplumsal taşlamasına örnek sayılabilecek, ada­letsizlik, yozlaşma, açlık, ölüm şiirlerine karşın, “Telgrafhane” ve “Çok Güzel Şey” umut verici şiirlerdir. “Hazineler İçindesin”de ise, toplumsallık çizgisi, esprili deyiş ve etkili yergi biçemiyle sürdürülmektedir.

“İçindeki ‘Anı’, ‘Olsun da’, ‘Gök’... gibi unutulmaz şiirler yüzünden gereksiz bir kovuşturmaya uğrayan”[12] ve “Bilmeceler”, “Güzel Düş" adlı bölümleri içeren Yanyana ile Kolları Bağlı Odysseus yapıtları için Doğan Hızlan şunları söylüyor:

“Soyut imajları bile somutlaştırma çabalarında bulunan An­day’ın Kolları Bağlı Odysseus’da mitoloji aracılığına başvurması... eski yazdıklarını bir tarihsel perspektife oturtma amacını gerçekleş­tirmeye (yöneliktir). Burada anlattıkları da önceki kitaplarında özellikle Yanyana’da anlattıkları, söyledikleri kadar gerçekçidir... Önceki kitaplarındaki imajlar gibi onları doğrudan doğruya sun­mak yerine daha belirsiz olan imajlarını ‘bir nesnel karşılık’la söy­lemiştir. ’’

Üçü onar bölük (kıt’a), dördüncüsü beş bölük olan, dört bölümlük Kolları Bağlı Odysseus’un birinci bölümündeki bölükler 7, ikinci bölümündeki bölükler 9, üçüncü bölümündeki bölükler 11, dördüncü bölümündeki bölükler 13 dizeli ve rastgele uyaklıdır.

 “Düşle gerçek arası dörtnala" (1/8)

“İşte o zaman bir akarsu

Geçtiği yerlerden bir daha geçti

İsteyerek ikiledi kendini

Gök bir daha, bulut bir daha" (2/4)

dizelerinde özetlenebilecek ilk üç bölümün “zaman”, “insan”, “yaşam” ve "doğa”yla ilgili imgelerle yüklü alacalı düşünceleri; dördüncü bölümde, Homeros’un Odysseia destanından esinlendiği “Sirenler" öyküsüyle somutlaşır. Sözcükler'de Anday’ın bu yapıtla ilgili kendi ek açıklaması da yer almaktadır:[13]

“Kolları Bağlı Odysseus’u yazarken çeşitli ozanlardan ve kitaplardan yararlandım...

Odysseia destanının 12. rapsodisi, beni belki de on yıldır böyle bir iş için ilgilendirip duruyordu. Odysseus’un Troya dönüşü, kendi adasını, İtalyancayı bulmak İçin oradan oraya gezip çırpınması ve sonunda Tanrıça Kirke’den yararlanmaya kalkması, bu parçanın özünü I sağlar. Ancak benim dikkatime çarpan şu oldu: Tanrıça Kirke, her şeyi olduğu gibi söyleyeceğini ileri sürmesine karşılık, Odysseus’u gene de kendi kararı ile başbaşa bırakıyordu. Onun sakınılması gerektiğini söylediği tek şey, sirenlerle ilgili idi. Kitabımızın dördüncü bölümünde bu öyküyü kendime göre yorumladım, değerlendirdim. Karşılaştırıldığında açıkça anlaşılacağı gibi, Homeros’un birtakım deyimlerini, benzetmelerini seve seve kullandım..."

Göçebe Denizin Üstünde, ikili dizelerle (beytleri andıran) yazılmış; doğa gö­rüntüleri, benzetmeler ve çağrışımlar yoluyla duygu ve düşüncelerde izler bırakan beş bölümlük bir şiir. Anlaşılması güç. Öteki şiirler ise değişik biçimlerde olmasına karşın çokluk özdeş nitelikli.

Teknenin Ölümü, “Güneş Saati”, “Zaman Su Gibi”, “Lirik Şiirler”, “Troya Önünde Atlar” bölümlerinden oluşuyor. Anday, Troya söylencesindeki bir çelişki­ye dayanarak “Troya Önünde Atlar” şiiri için şu açıklamayı yapıyor:

“Paris dağa atılmasaydı da felâket gene zamanında ortaya çıka­caktı; çünkü Paris, dağ yerine kentte büyüyecek, gidip Helena’yı ka­çıracak ve bu olay bir savaş nedeni olarak, biçilen süresi dolunca be­lirecekti.

Bu konudan, tartışmaya katılmak için değil, şiirsel bir çalışmaya yön verebileceği umudu ile yararlanmayı kurdum. Gerçekte de bunla­rın çoğunu, şiiri yazmadan önce değil, yazarken ve yazdıktan sonra düşündüm

Çalışmalarım, başka sorunlarla da karşılaştırdı beni; geriye, daha geriye baktıkça, tarihsel zaman başka bir biçime giriyor, hatta yok olu­yor, ortaya anakronik bir geçmiş, giderek zamansız bir geçmiş bütünü çıkıyordu. Bu geçmiş bir sıra olaylardan kurulu bir zincir değil, bütün bu olayların iç içe girdiği eşzamanlı bir görünüm oluveriyordu artık. Göçebe Denizin üstünde adlı kitabımdaki birtakım şiirlerde bu zaman sorununa takılmıştım, o zamanki düşüncelerimi daha da geliştirdim, geçmişle gelecek birbirine karışıyordu ve şimdiki zaman şaşırtıcı bir kaypaklak içinde eriyordu. Sanki Paris’in doğması ile İlion’un yakıl­ması arasındaki süre hiç geçmemişti..."[14]

Sözcükler’e alınan ilk bölüm, son şiirlerini içeren Yaşarken. Dörtlüklerden olu­şan bu şiirlerinde Anday, yaşamı ve öncesini irdeleyen düşüncelerle çıkıyor okurun karşısına ve onları da bu düşüncelere götürüyor.

Sözcükler’den sonra iki şiiri kitabı daha yayımladı Anday:

Ölümsüzlük Ardında Gılgamış, Tanıdık Dünya.

“Ben şiirime, özellikle son yıllarda, yapısalcı ‘strüktüralist’ bir nitelik getirmek istiyorum. Şimdiki zamanla geçmiş arasında ve çeşitli toplumlar arasında, benzer­likler ardına düşerek, bir bütün anlayışına varmak, doğayı bellibaşlı öğelere indir­gemek gibi tarihi de sadeleştirmek, arındırmak... Bundan ne çıkar? Bilmiyorum.”

diyen Melih Cevdet Anday[15]romanları için de şunları söylüyor:[16]

“Son yıllarda on üç, on dört roman yazdım. Bunları da bir değil birkaç takma adla gazetelerde yayımladım. Romancı olmaya özenme­diğim için, kendi adımı kullanmadım. Romancı olmaya özenseydim, hiç çekinmez, imzamı atar, böylece de bu alanda geçireceğim acemilik döneminin bana yüklediği sorumluluktan yararlanırdım. Oysa ben, o romanlarımın hemen hepsini seviyorum. Kendi adımla bir roman yaz- saydım onlardan daha iyi olmazdı sanırım. Ama roman üstüne hiç dü­şünmedim, bu bakımdan ortaya bir roman çıkarmakla, roman üstüne hangi düşüncemi yaymak istediğimi bilemem. Önemli olan budur, bir­takım öyküler düzenlemek değil...”

1962 yılında söylenmiş bu sözleri, Melih Cevdet Anday imzasıyla 1965 yılın­dan bu yana çıkmış romanlar izler.

Onun ilk romanı sayılan, Aylaklar’da, Abdülhamit döneminden kalan bir pa­şa konağında yaşayanların ve yaşayışın her yönden yozlaşması, tükenmesi; konağın polisçe boşaltılmasından sonra, aynı durumun apartmanda sürüp gitmesi öy­külenir.

Alpay Kabacalı, bu roman için;[17]

“Önce yer yer hızlı sayılabilecek bir anla­kla, yer yer de Balzac’çı klâsik anlatım tekniğiyle konağın yoksullaşıp yıkılması anlatılır. İkinci bölümü oluşturan ‘Muammer’in Günlüğü’nde ise, roman daha değişik bir yöne kayar...”

diyor

Gizli Emir’de, Rauf Mutluay’a göre:[18]

"Melih Cevdet Anday, toplumumuzdaki sürekli bekleyişi, gelmesi ihtimali olan baskı rejimini, inanılmaz bir önseziyle incelikle anlatmaktadır. ”

Anday, Gizli Emir’de konuyu soyutladığını, hangi kentte geçtiğinin bilinmediğini; İsa’nın Güncesi’nde ise,

“Sorgulama temasını işlediğini, olay’ın adı bili bir kentte ve ülkede geçmediğini; hatta kişilerin adlarının bile bilinmediğini; böylece soyutlama tekniğini daha ileri götürdüğünü” belirtiyor.[19]

Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildikten sonra yayımlanan Raziye roman için Anday,

“Okurda eleştirel bir tepki uyandırmak istedim... Bu romanı en iyi tanımlayacak kavramın ‘araştırma’ olduğunu belirtmek gerek.”[20] diyor.

Yer yer cinsel duyularla ilgili betimlemelerin yoğunlukta bulunduğu bu roman da, İngiltere’de öğrenim gördükten sonra, siyasal bir olaya karışması sonucu kırsa bölgede bulunan dayısının evine sığınan bir gencin evin sözde evlatlığı Çingene kı­zıyla (Vedia-Raziye) olan ilişkisi öykülenir. İlginç bir tip olan ‘Dayı’ da, kendince kır sal bölgede yenilikler yapmayı tasarlamakta; ancak gizli gizli, çocuğu yerindeki Raziye’yi sevmektedir.

Melih Cevdet Anday’ın tüm yapıtları arasında, ilginç konusu ve sahneye konulmuş olması nedeniyle olacak, en çok ilgi çeken oyunu, İçeridekileler’dir. Behçet Necatigil, bu oyunun konusunu şöyle özetliyor:[21]

“Olay, polisin tevkif kararı olmadan herhangi bir kişiyi süresiz olarak tutuklu bulundurabileceği bir ülkede geçer... Polis Müdürlüğü­nün siyasî kısım komiseri, bir yıla yakın tutuklu, otuz beş yaşlarında ve cinsel bunalımlar içindeki öğretmeni konuşturabileceğini düşüne­rek, karısıyla odada başbaşa bırakmayı kabul eder. Fakat daha da ar­tan bir sabırsızlıkla, tutuklunun bir hafta beklediği karısı hastalanmış­tır, gelemez ve yerine kızkardeşi çıkagelir. İçindeki baskıların etkisiyle tutuklu, karısından isteyeceği şeyi baldızından isteyince genç kız, bu teklifi önce reddeder, sonra razı olur. Soyunması bitmek üzereyken tu­tuklu, geriliminden kurtulur. Yarım saatlik konuşmanın zaferi, ahlâka ve törelere dönüş olmuştur. İçerideki baldızı tutuklunun karısı sanan komiser, birden değişmiş, sert-kaba, odaya girer. Kombinezonla dur­makta olan kız çıkar ve sorgu, ta baştan tekrar başlar. ”

İçeridekiler’e ahlâk değerleri açısından değinen Niyazi Akı, şunu söylemekte­dir:[22]

“Bir tutuklunun cinsel içgüdüleri belirtilmiştir orada. Çok sevdiği karısı, zamanla tutuklunun kafasında sadece başsız bir vücut halini almış ve bütün ahlâki değerler altüst olmuştu. ”

Anday’ın ikinci ilginç oyunu ise Mikado’nun Çöpleri’dir.

İki perdelik oyunun birinci perdesinde, içkili olan ‘erkek’, gece, kucağında bir bebekle sokakta kalan bir ‘kadın’ı evine alır. Erkek, bu yaptığının bir iyilikse­verlik olmadığı savındadır. Kadın, yapılan yardımın önemsenmemesi karşısında aşağılandığı kaygısına düşer. Karşılıklı konuşmalar gittikçe genişler ve derinleşir; içtenlik kazanır. İkinci perde, ‘Mikado’ adlı çöplerle oynanan bir oyunun somut­luk getirebileceği amacı üstüne kurulmuşsa da, konuşmalar aynı düzeyde sürüp gider.

Niyazi Akı, bu yapıtla ilgili olarak da şu yorumda bulunuyor:[23]

“Toplumun, bireyi eritecek kadar büyemesi, örflerle âdetlerin onun özgürlüğünü kısması, dünyayı insan için bunaltıcı bir ortam ha­line getirir... Mikado’nun Çöpleri’nde, bu insanlardan biri isyan eder... Eserde Mikado’nun Çöpleri oyunu, örfleri ve âdetleri anlatan bir sem­bol niteliğindedir. Başarı, nasıl çöpleri sarsmamaya bağlıysa, yaşamak da öyle, örflerin, geleneklerin, ahlâkın, namusun ve değerlerin sarsıl- mamasına bağlıdır. İşte insan hayatını düzenleyen bu değerlerin, aynı zamanda özgürlüğü kısan tarafları da ortadadır. ”

Melih Cevdet Anday, Ölümsüzler adlı oyun kitabının yayımlanması üzerine, Atillâ Özkırımlı’yla yaptığı bir konuşmada,[24] “Ben oyunlarımı yazarken planlı ola­rak oyunun nerede başlayıp, nerede açılıp, nerede kapanacağını, yani sonucun nasıl verileceğini düşünmem. Oyun beni sürükler götürür o sonuca. Sanıyorum, bence oyun böyle yazılmalıdır...’’ diyor.

Melih Cevdet Anday’ın yazdığı türler arasında, en önemli yer tutanlar, kuşku­suz, denemelerdir. Denemelerin her biri, bilimsel belge ve kanıtlar yanında, gözle­me, araştırmaya anadile özenle yer veren; yazarının yargısından da uzak düşme­yen “makale” niteliğinde yazılardır.

YAZINSAL DEĞERİ

Biçim ve içeriğiyle çok değişik özellikler gösteren Melih Cevdet Anday'ın şiir­lerinde dil ve söyleyiş, ilk şiirlerden bu yana belirli bir yön izleyerek gelişiyor.

1940'larm açık, anlaşılır söyleyişi, 1950'lerde sonraki yenilikler koşutluğunda, şiirde, tümcenin değil, sözcüklerin öneminin artmasıyla yeni bir yön bulmakta; böylece duygu, düşüncelerin anlatılışında imge ve simgeler değer kazanmaktadır, önemli olan şiirde sözcüklerdir; sözcükler uyumunda kendiliğinden oluşan söyle­yiş ve izlenimdir.

Melih Cevdet Anday'ın sözcük seçiminde uyduğu Dil Devrimi ilkeleri; gere­kirse sözcük yaratıcılığı,[25] şiir düşüncesinin önemli bir yanıdır. Kimileyin düzenli biçimlerle yazmak; insan ve yaşamla ilgili bilgece düşünceler içinde olmak; toplumsal ve bireysel sorunlara değinmek başlıca özellikleridir. Bir sanatçıdan çok araştırmacı yöntemiyle yapıtlarına eğilen, bir soru ya kuşku'dan başlayarak, nedenler arayarak, yanıtlar vererek, irdeleyerek sonuca ulaşmaya çalışan bir yöntem uygulamakta; dolayısıyla yapıtlarında duygu ya da duyar lığın yerini us, düşünce ve yargılama almaktadır. Düzyazıda üstünlüğü bu yüzden ileri sürülebilir.

Yazdığı her türde akıl, sağduyu, düşünce yanında gerçekçi gözlem ve araştırmalardan yararlanarak derinleşen Melih Cevdet Anday'ın yapıtları okunurken, bir çaba içine girme zorunluluğu duyulur.

Dil ve anlatımda Türkçe kaygısı, düzyazının uygarlık ölçütü olduğu düşünce si, onun yapıtlarındaki kalıcı yönlerin, zamanla daha iyi belirmesine yardımcı ola çaktır.

ELEŞTİRİLER-YORÜMLAR

Melih Cevdet’in gerçekçiliği kuru, sert bir gerçeklik değildir. Çağımızın aradığı ve çoğu zaman ulaşabilmek için şiirin his ve derinlik unsurlarını bir yana attığı anlayışın dışında, şiire fikri, insanoğlunun çeşitli sorunlarını hissettirmeden, belagat ve gösterişe sapmadan istif etmesini bilen bir tutum içindedir.

Onun, birçok konuları tatlı bir şiir rüzgârı içinde ele alıp, kâh şaka edercesine bir espri havasına büründürerek ve bazen de acı söyleyerek yepyeni, taptaze bir söyleyiş tarzı vardır ki, fazla ileri gitmiyorsam, diyeceğim ki, Melih Cevdet Anday, tam anlamıyla günümüzün aradığı şair tipinin ta kendisidir.

Şairimiz bir başka yönü ile şiirde teatral unsura hiç itibar etmez, mısra yapıla­rında çok titiz bir kelimeci ve yalın Türkçenin yumuşak, rahat, halka mal olmuş akım ve eğilimlerine son derecede riayetkârdır.

Baki Süha EDİBOGLÜ

Bizim Kuşak, 1968

“Atom H” şiirinin bulunduğu “Yarıayana”daki şiirlerden çoğunun aslî temim,  sosyal tabakalar arasındaki çatışmalar teşkil eder. Bunlarda bazılarında, halk üslûbu ve halk edebiyatı bir malzeme olarak kullanılmıştır. Fikirlerini anlatmak için çeşitli ifade tarzlarına başvurması da gösteriyor ki, Melih Cevdet Anday için mühim olan, üslûp değil, muhteva, daha doğrusu “maksat” veya “ideoloji”dir. Sanatta muhteva ile şekil, iç ile dış arasında organik bir bağın olmayışı, onu yazanın eğer genç ise henüz şahsiyetini bulmadığına, yaşlı ise hakiki bir kabiliyeti olmadığına delâlet eder... Melih Cevdet Anday, henüz geniş okuyucu zümresinin sevebileceği bir tek eser vermemiştir. Bununla beraber yapmış olduğu denemeler Cumhuriyet Devri Türk şiir tarihi bakımından dikkate şayandır.

Mehmet KAPLAN

Şiir Tahlilleri 11, 1965

 



[1] Cumhuriyet g. 20 Kasım 1976.

 

[2]   Varlık d. 1 Eylül 1962.

[3]   Baki Süha Ediboğlu, Bizim Kuşak, 1968.

[4]   Cumhuriyet g. 8 Ağustos 1988.

[5] Varlık d. 1 Şubat 1950.

[6]   Kemal Özer, Sanatçılarla Konuşmalar, 1979.

[7]     Selim İleri, Yeni (Jfuklar d. Ekim 1968.

[8]    Milliyet Sanat Dergisi, 8 Ocak 1979.

[9]Milliyet Sanat Dergisi, 16 Mart 1973.

[10]Sözcük, Melih Cevdet Anday’ın dilimize, “kelime”ye karşılık olarak kazandırdığı bir sözcüktür. Nurulllah Ataç “tilcik”i önermişti.

[11]Orhan Burian Denemler Eleştiriler, 1964

[12]Rauf Mutluay, 50 Yılın Türk Edebiyatı, 1973

[13] Melih Cevdet Anday, Sözcükler, 1979

[14] Agy.

15.Sanat Dergisi, 16 Mart 1973 (Zeynep Oral).

[16] Varlık 1 Eylül 1962.

17. Milliyet Sanat Dergisi, 17 Ekim 1977.

[18]  Rauf Mutluay, 50. Yılın Türk Edebiyatı, 1973.

[19]  Cumhuriyet g. Refik Durbaş (İsa’nın Güncesi).

[20]  Kemal Özer, Sanatçılarla Konuşmalar, 1979.

[21]  Behçet Necatigil, Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü, 1971.

[22]    Niyazi Akı, Çağdaş Türk Tiyatrosuna Toplu Bakış, 1968.

[23] Niyazi Akı, agy.

[24] Cumhuriyet G. 11.09.1987

[25] Gerekseme, sürem, tanıtlama, sevi, anamsama… onun kelimeleridir

SON EKLENENLER

Üye Girişi