Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

 

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI

Avrupa'da ve Dünya'da, 1929-1939 yılları "Bunalımlar" ve "Barışın Yıkılışı" dö­nemidir.

"1929'dan itibaren patlak veren dünya ekonomik buhranı etkilerini, dalga dalga yeryüzünün her köşesine ulaştırmıştır. Bu ekonomik sarsıntılar ise, dünyanın siyasal atmosferini de etkilemiş ve siyasal buhranların peşpeşe patlak vermesine ve İkinci Dünya Savaşına kadar gidilmesine sebep olmuştur. Japonya'nın 1931'de Mançurya'ya saldırması ise, buhranlar zincirinin ilk halkasını teşkil etmiştir."

 

Nazi Partisi'nin (Nasyonal-Sosyalist Alman İşçi Partisi) ve Adolf Hitler'in güçle­nerek 1933'te iktidara gelişiyle Almanya'nın nazileşmesi, partilerin kapatılarak nazi diktatörlüğünün kuruluşu ve silahlanması küçük komşu ülkelerden başlayarak Avru­pa'yı, giderek tüm ülkeleri endişelendirmeye başladı. Nazizmin, Komünizme ve Yahu­diliğe karşı aldığı tavır sonucunda; Amerika, resmen Sovyet Rusya'yı tanıdı. Fransa da Rusya'ya yaklaşma zorunluluğunu duydu.

Almanya'nın Polonya'yla imzaladığı saldırmazlık paktına karşın (1934), Avustur­ya'yı kendine katma çabaları endişeleri artırıyordu. 1936'da İtalya'nın Habeşistan'ı ül­kesine katması, Berlin-Roma Mihveri'ni oluşturdu. 1937'de de Çin'e girmek isteyen Ja­ponya, Sovyetler'in engel olmak istemesi sonucu, Mihver'e katılmış oldu.

İspanya'da Cumhuriyet'in kuruluşu ve Kiliseyi karşısına alması, Cumhuriyetçi­lerle kendilerine Milliyetçiler adını verenler arasında bir iç savaş başlatmıştı (1936). Sovyetler, Cumhuriyetçiler'i (solu), İtalya ve Almanya ise Milliyetçileri (sağı) destekli­yorlardı. 1939 yılında Milliyetçilerin yenilgisiyle İspanya'da yeni bir faşist rejim başla­mış oldu.

Bu arada Avusturya, içindeki nazilerinin yardımıyla Almanya'ya katıldı (1938); parçalanan Çekoslavakya'nın da katılması isteniyordu. Ancak İngiltere ve Fransa'nın işe karışması, Sovyetlerin karıştırılmak istenmemesi, yeni yakınlaşmalara yol açtı. Sovyetler Almanya'yla anlaştı.

Çekoslavakya'nın, Slovakya'nın özerkliği ve sonra da Hitler'in baskısıyla bağım­sızlığını ilan ederek Almanya'nın koruyuculuğuna girmesi, Prag'ın Alman birliklerin­ce işgaline neden oldu (15 Mart 1939).

Aynı gün Macaristan Rutenya'yı ülkeye kattı. Almanya'yla Macaristan'ın bu iş­birliğinden endişelenen Romanya, Almanya ile bir ticaret anlaşması imzaladı.

Almanya'nın Doğu Prusya'ya bir karayolu geçiti için olanak sağlama isteği, Po­lonya ile Almanya arasında, "Danzig Sorunu" olarak duruyordu. Batılılar'ın Polon­ya'ya güvence vermesine karşın, İtalya'nın Arnavutluk'u işgalinden (7 Nisan 1939), Rusya'nın Almanya ile saldırmazlık paktı imzalamasından (24 Ağustos 1939) sonra, Alman Orduları Polonya'ya girdi. Polonya'ya güvence vermiş olan Fransa ve İngiltere de savaşa katıldılar; böylece 3 Eylül 1939'da İkinci Dünya Savaşı başlamış oldu[1]

1945 yazma değin altı yıl sürecek olan İkinci Dünya Savaşı, Avrupa, Afrika ve As­ya'daki cephelerde; savaşa katılan katılmayan bütün ülkelerde, insanlık için dehşet ve­rici bir nitelik ve görünümle ortaya çıktı...

Almanya'nın Avrupa'yı işgali; yaptığı dostluk anlaşmasına (22 Haziran 1941) kar­şın Sovyetler'e saldırışı ve işgali; Japonya'yla birlikte dünya egemenliğini ele geçirme ereği; Amerika'nın güvenliğine karşı girişilen tehditler; Amerika Birleşik Devletleri'nin de savaşa katılmasına neden oldu. Çörçil ve Rozvelt, 14 Ağustos 1942'de, bir zırhlıda Atlantik Bildirisi'ni imzaladılar. "8 Kasım 1942'de, büyük Amerikan kuvvet­lerinin Atlantik'i geçerek Kuzey Afrika'ya geçmeleri Akdeniz'de müttefiklerin duru­munu kuvvetlendirdi. Bu sıralarda Ruslar'ın da Almanlar'a karşı mukavemeti sertleş­miş bulunuyordu. Stalingrad'ı muhasara etmekte olan Alman kuvvetlerinin teslimin­den sonra (3 Şubat 1943), Alman orduları Rusya'dan çekilmeye başladılar. Temmuz'da müttefiklerin Sicilya Adası'na çıkarma yapmaları, Moussolini'nin iktidardan düşme­sini ve İtalya'nın teslim olmasını neticelendirdi (3 Eylül). Dokuz ay sonra müttefikler Normandiya'ya çıkarma yaparak Batı Avrupa'yı Almanlar'dan temizleme\/e giriştiler (6 Haziran 1944)."

"Müttefiklerin bu başarıları ve en çok Akdeniz'de İtalya'yı tasfiye ederek, kontrol tesis etmeleri Türkiye üzerinde olumlu tesir yaptı. Bu sıralarda İngiltere Türkler'in Al­manlarla her türlü münasebetlerini kesmesini istemeye başladı. Almanların bütün cephelerden geri çekilmeleri, açmış oldukları istila harbi devrinin son bulduğuna işa­retti. Türkiye 2 Ağustos 1944'te Almanya ile münasebetlerini kesti, 23 Şubat 1945'te de Japonya ile Almanya'ya harp ilân etti. 7 Mayıs 1945'te Almanlar müttefiklerle ka­yıtsız ve şartsız mütareke imzaladılar. 6 Ağustos'ta Hiroşima üzerine ve üç gün sonra da Nagazaki'ye atılan iki atom bombasından sonra Japonya da kayıtsız ve şartsız tes­lim oldu. Bu suretle de İkinci Dünya Savaşı sona erdi."[2]

 


TÜRKİYE’NİN DURUMU TOPLUMSAL VE EKONOMİK GÖRÜNTÜ

Kasını 1938'e Atatürk'ün ölümünde sonra Cumhurbaşkanı olan İsmet İnö­nü'nün önderliğindeki tek parti (CHP) yönetimi 1946'ya değin sürer.

Türkiye, savaşa girmemesine karşın, o yıllarda geri kalmışlığın maddî olanaksız­lıklarıyla kıvranmakta; ancak Atatürk Devrimleri'ni ve birçok alanda giriştiği atılımları gerçekleştirmeye çalışmaktadır...

1940'larda toplumsal yapı, Atatürk ve Devrimleri'nin bilinçlendirdiği bir görü­nüm kazanmaya başlamıştır.

Emre Kongar, Türkiye'nin toplumsal ve ekonomik yapısını şu ana çizgileriyle be­lirliyor.[3]

"Atatürk ihtilâli, üstyapı araçları kullanılarak, bir toplumda altya­pısal değişmeler yaratma yönteminin en güzel örneğidir. Bir başka deyiş­le, Atatürk elindeki siyasal gücü, yani devlet gücünü kullanarak yeni bir toplumsal ve ekonomik yapı biçimlendirmiştir. Dış etkilerin ve iç değişme­lerin sonucu, 19. yüzyılda derebeyliğin (feodalitenin) ve merkezî bir im­paratorluğun (Asya tipi üretim biçiminin) çelişkili niteliklerini aynı anda içinde taşıyan ve dışa bağımlılığın artması ile Batı Avrupa'nın uzantısı olan bir kapitalizmin çekirdeklerinin de filizlendiği Osmanlı toplumundan, çağdaş kapitalist ilişkilere dönük bir toplumsal yapıyı yaratabilmiştir...

Hiç kuşkusuz, Atatürk İhtilâli (Bağımsızlık Savaşı ve Devrimler), emperyalizme karşı yapılmıştı. İlginç olan nokta, Atatürk'ün 'emperyaliz­me" karşı savaşırken, araç olarak, onun kendi silahım seçmiş olmasıydı: Batı tipi bir toplumun yaratılması, onun Batı 'emperyalizmine' karşı bul­duğu savunmaydı. Bu yüzden bütün devrimler, olanaklı olan hızla Batı tipi bir toplumsal yapı oluşturmaya yönelmişti. Halkçılık, devletçilik, la­iklik ve ötekiler, hep, Batı ülkelerinin toplumsal ve ekonomik niteliklerine ulaşmak için kullanılan kestirme yolları simgeliyordu."

İkinci Dünya Savaşı'nın insanlık için yarattığı yıkımın Türkiye'de, hiç değilse, olumsuz etkiler yaratmadığı kesinlikle söylenemez. Özellikle ekonomi alanında Türki­ye, yokluklarla kıvranan bir ülke durumuna düşmüş; ne yazık ki kimileri de bundan çıkar sağlama yoluna girerek alabildiğine sömürüden geri durmamışlardır.

Yirminci Yüzyıl Türk Edebiyatı, Yeniler Dönemi yapıtlarının ana temalarını oluştu­ran "Savaş Ekonomisi" ve "Savaş Zenginleri" konularında Doğan Avcıoğlu'nun aşağı­daki tümceleri, tarih ve toplumbilim açılarından da ilginç olan saptamalardır.[4]

"Devletçiliğin hızlı döneminin 1939 yılına kadar bile sürmediği, 1937'den başlayarak gevşeme görüldüğü iddia edilebilir. Bu gevşemenin, dış politikamızın tarafsızlıktan 'Batı İttifakına kaymaya başladığı bir sı­raya rastlaması, dikkat çekicidir...

İkinci Dünya Savaşının yarattığı savaş ekonomisi şartları devlet müdahalelerini geniş ölçüde artıracak, fakat bu müdahalelerin özel teşeb­büsü ciddiyetle sarsacak biçimde yürütmekten kaçınılmasına dikkat edi­lecektir. Üstelik yokluk şartları, enflasyon ve geniş devlet mübayaaları, özel sermaye birikimini artıracaktır.

Bu dönemin temel dayanağı olan Millî Koruma Kanununa bakılır­sa koyu bir devletçiliğe yönelindiğine hükmedilebilir...

Tarım alanında da, ne ekilebileceğini devlet tayin edecek ve 500 hek­tarın üstündeki araziyi, gerekirse, bir tazminat ödeyerek bizzat devlet iş­letebilecektir..

İç ve dış ticarette fiyat kontrollerine gidilmektedir. Devlet, birçok hal­de piyasaya, özellikle tarım ürünleri piyasasına, fiilen alıcı olarak girebi­lecek ve belli durumlarda bizzat ithalat yapabilecektir...

Ama Korkut Boratav'ın sözleriyle kanun, bundan ibaret değildir. 'Kanunun, bir de özel teşebbüsü besleyici, teşvik edici, harbin güç şartla­rı içinde ona da bir pay ayıran tarafı vardır. Kanun bu yanı ile devlete özel teşebbüsün çalışmasını kazanmasını kolaylaştırıcı görevler yüklemek­tedir..."

"Millî Koruma Kanunu ile sağlanan yetkiler de hayli ölçülü kulla­nılmıştır. El koyma kararları tarım ve sanayide çok sınırlı maddeler için uygulanmıştır. Sanayi mamullerinden dokuma ve çimentoya el konul­muştur. Bütün fabrikaların iplikleri Yerli Mallar Pazarları eliyle dağıtıl­mış ve bu yüzden genişleyen mağazalar, 'devlet ticaret yapamaz' diye eleştiri konusu olmuştur. Fakat bu dağıtım sayesinde ufak üreticilerin do­kuma tezgâh ve kooperatifleri önemli ölçüde geliştirilmiştir. Mamullerine el konulan dokuma fabrikalarına da, bunların bedelleri cömertçe ödenmiş­tir... 1943 programında ise, kamu yararı kriteri, büsbütün bırakılmamak- la birlikte, 'ferdin yapamadığını devlet yapar' formülüne bir kayış görül­mektedir...

Bu anlayışla yürütülen savaş ekonomisi, kıtlık ve enflasyonla birlik­te giden geniş devlet mübayaaları dolayısıyla, büyük çiftçi ve tüccarın zenginleşmesine yol açmıştır..."

Devlet eliyle 1933'ten sonra hız verilen büyük endüstri girişimleri 1943 yılından sonra beş yıllık planlara bağlandı. Dokuma, maden, selüloz, seramik cam, kimya dal­larında kurulan fabrika ve işletmeler, Sümerbank, Etibank ve İş Bankası'nın desteğiy­le ekonomik temel kurumlar olarak gelişmeye büyük katkıda bulundu.

1930-1950 yıllarında demiryolları; 1950'den sonra karayolları, köprüler ve su işle­ri; deniz ve hava yolları gittikçe önem kazanan alanlar olmaya başlamıştı.

Ziraat Bankası’nın desteğiyle geliştirilen tarım, ormancılık ve hayvancılık ise dev­letin en önemli etkinlikleri arasında yer alıyordu. Toprak ve tarım reformu, tarımın makineleştirilmesi... üstünde çalışılan konular olmaktan çıkmıyordu.

Bunların dışında, devlet, sağlık ve sosyal yardım konularındaki etkinlikleri; bula­şıcı hastalıklarla sıtma ve verem gibi önemli çalışmaları da üstlenmişti.

Ne var ki savaş içinde ve sonrasında güçlü bir orduyu ayakta tutma gerekliliği, bütçenin önemli bir bölümünün bu alana ayrılmasını da zorunlu kılıyordu.

 


KÜLTÜR (EKİN) VE EĞİTİM ETKİNLİKLERİ

1938 yılında Millî Eğitim Bakanı olan Hasan Âli Yücel'in Türk kültür ve eğitimi­nin çağdaşlaşması sürecinde, olumlu girişimlere olanak sağlaması bakımından önemli yeri vardır. Kültür ve eğitim tarihimiz, onun adını, atılım sayfaları arasında her zaman anacaktır.[5]

Bu atılımlar, Köy Enstitüleri'nin kuruluşu (1940); Tercüme Bürosu’nun kuruluşu (1941) ve Dünya Klâsikleri'nin çevirisi; Türk ve İslâm Ansiklopedileri'nin yayımına baş­lanması; Halkevleri'nin kültür, sanat, tiyatro ve spor alanlarındaki etkinliklerinin artırıl­ması gibi çok önemli girişim ve çalışmalardır.

Niyazi Akı'nın Halkevleri konusunda, aşağıdaki yazısı, bu bağlamda yeterince aydınlatıcıdır:[6]

"1924'te çıkarılan İlköğretim Kanunu'nun ışığı altında 19 Şubat 1932'de kurulan Halkevleri yurt hizmetine girer.

O devrin yetkili ağızlarından biri Halkevleri kurulurken şöyle konu­şur: 'Gerçi tam şuurlu ve kuvvetli vatandaşlar yalnız mektup sıralarında iyi ve ciddi programlarla ve amelî tatbik usulleriyle yetişmiş olabilir. Fa­kat bu sırada milletleşmek için mektep tahsili yanında ve ondan sonra mutlaka bir halk terbiyesi yapmak ve halkı bir arada ve birlikte çalıştırmak esasının kurulması lâzımdır.'Böylece geçmişin yanında gelecek de ele alınmış olur. Dil, güzel sanatlar, temsil, spor, sosyal yardımlaşma, halk dershaneleri, kütüphane ve yaygın, köycülük, müze ve sergi gibi çalışma kollarıyla Halkevleri, yurt ve millet hizmetine girer. Bütün gençlik bu ha­rekete katılmaya çağrılır...

Halkevlerinin, özellikle dil, folklor, güzel sanatlar, halkı okutma ve temsil kollarındaki çalışmalarıyla Türk kültürüne yaptığı büyük katkı in­kâr edilemez. Halkevlerinin kuruluşundaki iyi niyeti ve vatanseverliği anlamak için şu satırları okumak yeter, sanıyoruz: 'Dörtte üçü köylü olan bir milletin köylerine önem vermesi normaldir. Askerlik kısaltılır, aşar kalkar, köy kanunu yapılır. Fakat bunlar kâfi değildir. Efendimiz olan köylüyü gerçekten efendimiz yapmak, Köycülük Şubesinin gayesi­dir. İşte Köycülük Şubesi bu amacı gerçekleştirmek için, yani köylünün sağlık, medeniyet, sanat zevki bakımından gelişmesine, köylü ile şehirli arasında karşılıklı sevgi ve bağlılık duygularının kuvvetlendirilmesine çalışacaktır.[7]

1938'de Ziraat Vekâleti'nin hazırlattığı ve köy çocuğu, köy okulu, okul sonrası köy eğitimi gibi konuları ele alan 'Köy Kalkınması Hakkında Rapor', 1940'ta kurulan Köy Enstitüleri, 1945'te çıkarılan Toprak Kanu­nu, halkevlerinin çağrısına koşan gençliğin çeşitli kollarda giriştiği çalış­malar, bize, dili, sesi, hareketi, rengi ve ışığı ile yurdu ve yurt insanını da­ha iyi tanıma imkânını verdiği gibi, halk zevkinin ve sanatlarının zaman­la bir yandan modern plastik sanatlarımızı etkilediği, bir yandan da ken­di temsillerini, şiirimize, hikâyemize, romanımıza ve tiyatromuza kabul ettirdiği bir gerçektir.

Cumhuriyet Hükümeti'nin yaptığı önemli çalışmalardan biri de 1933'ten 1950'lere kadar süren ve devlet tarafından zaman zaman ödül­lerle teşvik edilen dörtte üçü yerli eserlerle meydana gelen yüze yakın pi­yes yayınıdır. Halkevlerinin bu yayınlarda aradığı koşullar vardı; bunlar; 'Halk eğitimine elverişli olmak' cümlesinde toplanabilir. O devrin birçok kalemi, yeni bir vatan yaratma esprisi içinde bu atılıma katılır ve devlete bağlı yayınlar dışında da halk eğitimi idealine bağlı eserler yazılır. 1950 civarında bu yayınlar durduktan sonra da çığır, yani halk eğitimi amacı devam eder; fakat bu defa yazılan eserlerin çoğu idealist olmaktan ziyade gerçekçi nitelikte görünürler

Köyden alınarak eğitilen çocukların, aydın birer eğitici olarak yine köyde görevlen­dirilmeleri; böylece köyü ve köylüyü kalkındırma ereğine yönelik Köy Enstitüleri konu­sunda ise, Doğan Avcıoğlu'nun şu açıklamaları birtakım gerçekleri dile getiriyor:[8]

"İnönü, 1946 Ekim'inde yaptığı bir konuşmada, 'Bütün siyasî ve as­kerî hayatımdaki vazifelerin hiçbirini kaale almadan diyebilirim ki, öldü­ğüm zaman Türk milletine iki eser bırakmış olacağım. Bunlardan biri, köy okulları, diğeri de müteaddit partilerdir.' görüşünü ileri sürmektedir. Köy okulları denen, Köy Enstitüleri'dir. Demek ki Kurtuluş Savaşı lideri İnönü, öteki büyük hizmetlerini hesaba katmadan, Türk milletine çok partili hayat dışında, Köy Enstitüleri'ni eser olarak bırakabileceği düşüncesindedir.

Köy Enstitüleri, Köy Birlikleri, kombinalar, kooperatifler ve toprak reformu çerçevesinde, bu teşebbüsü hayata geçirecek olan gerçekten dev­rimci ve orijinal bir hareketti. Burada Köy Ensitüleri'nin büyük değeri üzerinde duracak değiliz. Sadece, 'Canlandırılacak Köy[9] yazarının şu sözleriyle yetinelim: 'Köy meselesi, bazılarının zannettikleri gibi, mihani­ki bir surette köy kalkınması değil, manâlı ve şuurlu bir şekilde, köyün iç­ten canlandırılmasıdır. Köy insanı, öylesine canlandırılmalı ve şuurlandırılmalı ki, onu hiçbir kuvvet, yalnız kendi hesabına ve insafsızca istismar etmesin. Köyün sakinlerine köle ve uşak muamelesi yapmasın. Köylüler, şuursuz ve bedava çalışan birer iş hayvanı haline gelmesinler. Köy mese­lesi, köyde eğitim problemleri de içinde olmak üzere bu demektir.' Ne var ki, köy insanının canlandırılmasına ve şuurlandırılmasına, onun özgür­lüğe kavuşturulmasına karşı çıkan kudretli güçler vardı...

Toprak reformu gibi, Köy Enstitüleri de, aşağıdan henüz hissedilir bir tepki gelmeden, Kurtuluş Savaşının milliyetçi-devrimci kadrosunun, güçlü hâkim sınıflar aleyhine giriştikleri şerefli bir devrim hareketidir. İnönü ve etrafındaki milliyetçi-devrimci kadro, Millî Şefin 'Türk milleti­ne bırakacağım iki eserden biri' demesine rağmen, bu konuda da yenik düşmüştür."

Cumhuriyet Gazetesi'nin 24 Nisan 1976 günlü Sanat ve Edebiyat sayfasında, Köy Enstitüleri'yle ilgili şu not göze çarpıyor:

"Edebiyat sosyolojisi açısından Köy Enstitüleri olgusuna yaklaşıldı­ğında şu yalın gerçekle karşılaşılır: Köyü ve köylülüğü ilk kez eleştirel gerçekçi bir tutumla yansıtan sanatçılar Enstitüler'den yetişmişlerdir. 1945'ten sonra şiir, öykü ve roman dallarında ürün veren Enstitülü ya­zarlar öylesine etkili olurlar ki, köye yönelik, kendine özgü nitelikler taşı­yan bir edebiyat doğar ve gelişir."

Ve işte bu yazar ve sanatçılar: Talip Apaydın, Mehmet Başaran, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Dursun Akçam, Ümit Kaftancıoğlu, Behzat Ay, Osman Şahin...

Cevat Geray'ın, "İmece" dergisinin Mayıs 1970 sayısında çıkan bir yazısında da, Köy Enstitüleri'nin amaç ve sonuçlarını şöyle belirlediğini görüyoruz: Amaçları:

"Köyde yapılacak önemli işler vardı. Tonguç bunları şöyle sıralıyordu:

a.    Köylüyü, yiyecek, giyecek, konut ve iş araçları gibi ihtiyaçlarını normal biçimde sağlayacak duruma getirmek,

b.    Cumhuriyet'in ana ilke ve değerlerini köylüye benimsetmek,

c.    Hukuk, para ve ekonomik işlerini köyün yapısına uygun duruma getirmek, verimli kılmak,

d.    Köylüleri iyi bir üretici ve 'ülke sanayii için güvenilir birer tüke­tici' durumuna getirmek, olumlu hayat görüşlerinden, ümmet döneminin göreneklerinden kurtarmak, yeni hayatın çalışma koşullarına göre hareket edebilecek yaşama heves ve tutkularını artırmak.

"Köy Enstitüleri'nin sağladıkları sonuçları şöyle özetleyebiliriz:

1.    Enstitüler, köy çocukları için fırsat eşitliği sağlamış, eğitimin yük­sek maliyetini düşürmüştür.

2.    Köyün içinden çıkarılanın, köyle ilişiği kesilmeden köye eğitilip gönderilmesi, köyü en iyi tanıyanların eline bırakılması sonucunu doğur­muştur.

3.    Köyün kalkınması için gerekli yersel önderlik, bunun için yararlı becerileri kazanmış köyle gençlere geçmiştir.

4.    Çevre ve köy araştırmalarıyla köy hakkındaki bilgilerimiz genişle­miş, enstitüler, köy araştırmalarını başlatan ve yayan merkezler olmuştur.

5.    Ulusal kültürün yaratılmasında, folklorun ortaya çıkarılmasında Enstitüler'in büyük katkısı vardır.

6.    Köy Enstitüleri'nden çıkan yazarlar, ozanlar, gerçekçi köy yazını­nın yaratılmasında başrolü oynamışlardır.

7.    Köy gerçeklerini bilen, köyü seven, köyden yetişmiş olan yeni bir aydın tipi türemiştir.

8.    Enstitüler, çevrenin ekonomik ve kültürel hayatını etkileyen kal­kınma merkezleri durumuna gelmişlerdir.

9.    Çevreye örneklik edecek ekonomik girişimleri yine Enstitüler ver­mişlerdir."

Özellikle 1946'dan sonra eğitime değin yansıyan birtakım düzence (entrika) ve çı­kar çekişmelerine karşın, ilk ve ortaöğretimde, yüksekokul ve üniversite öğretiminde çağdaş düzeye ulaşmak özlemiyle ulusal ve evrensel değerlere yönelme çabası olum­lu sonuçlar veriyor; insan öğesi gittikçe olgunlaşıyordu. Bu olgunlaşmada, kuşkusuz

 


ÖZLEŞEN TÜRKÇE

1932 yılında, Atatürk'ün önderliğinde Türk Dil Kurumu'nca başlatılan Türk Dil Devrimi ve Türkçenin özleştirilmesi, anadilini sevenlerin, özellikle yazar, sanatçı ve bilim adamlarının büyük katkılarıyla yüzde yüz başarıya doğru yol almış; ne var ki, her alanda olduğu gibi, bu alanda da kimi engellerle, engellemelerle karşılaşmıştır.

Atatürk Dönemi'nden bu yana, Türk Dil Kurumu'ndaki unutulmaz etkinlikleriy­le bu engellemeleri göğüsleyen Ömer Asım Aksoy, "Gelişen ve Özleşen Dilimiz" adlı yapıtında, karşı çıkışları şöyle sıralıyor:

"Dil Devrimi 1932-1950 arasındaki on sekiz yıl hükümetçe destek­lenmiş, 1950-1960 arasında baltalanmıştır. 1960'tan sonraki dönemde ise zaman zaman destek görmüş, zaman zaman gerilmiştir.

Hükümetlerin dil devrimini tutup tutmamaları, okul kitaplarının diline, kanun diline, resmî yazışma ve işlemlerin diline etki yapması bakı­mından önemlidir. 1932'deki hükümet, bir kararname ile memurları yur­dun her köşesinden söz derlemekle ve bu sözleri Türk Dil Kurumu'na göndermekle görevlendirdiği halde 1952'deki hükümet, Türk Dil Kuru­mu'nun öğretmenlere söz derletme çalışmalarını engellemeye çalışmış; 1945'deki hükümetin önerisiyle ve 'yaşayan dili koruma' gerekçesiyle es­ki haline getirilmiştir. 1961 Anayasası ise 1945 Anayasası'nın dilini be­nimsemiştir. 1961'den sonra gelip geçen Millî Eğitim Bakanlarından ki­misinin özleştirme davasını tuttuğu, kiminin de akımı gölgeleme yolunda çaba harcadığı herkesçe bilinmektedir."

Bütün bu engellemelere karşın, yazar, sanatçı, bilim adamları ve anadiline yürek­ten tutkun olanlar, Türk Dil Kurumu Tüzüğü'nün, "Dilimizin özleşmesini ve bütün bi­lim, teknik, sanat kavramlarını karşılayacak yolda gelişmesini devrimci bir anlayışla ve bilim metotlarına uygun olarak sağlamaya çalışmak" amacı doğrultusunda Türkçeyi sayısız yabancı öğe ve kuraldan arındırmış; %30-%40'tan, %70-%80'e çıkardıkları Türkçe sözcükle, onu kendi özyapısına kavuşturmuşlardır.

BASIN, BAŞLICA GAZETELER

1940 öncesinde Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş coşkusuyla, genelde, onu her bakımdan geliştirme ve ileri götürme çabasına girmiş bulunan basın, savaş yıllarında da bu çabayı sürdürür; çağdaşlaşma yönünde, çoğu kez gerçekçi, yorumlayan ya da eleştiren yol göstericilik görevini yapar. Ancak bu eleştiriler, şef dizgesinin (sistem) "Dur!" dediği yerden öteye gidememektedir. Şu küçük örnekler bunu çok güzel kanıt­lamaktadır:[10]

"İsmet İnönü'nün seyahatine ait ajansın verdiğinden başka bir şey yazılmayacak."

"Avrupa'dan gelen ve gelecek olan talebelerin Avrupa devletleri ve ahvali hakkında söyledikleri ve yazdıkları yazılmayacak." (28.8.1940)

Savaş sonrası çok partili döneme girilmesi üzerine, doğal olarak, eleştiriler, karşı­lıklı çekişmelere dönüşür; özellikle 1950-1960 yıllarında, önceki ülkücülük (idealizm), yerini, daha çok güncel boyutlardaki konulara bırakır.

Enver Behnan Şapolyo, "Türk Gazetecilik Tarihi ve Her Yönü İle Basın" adlı ya­pıtında, bu dönem gazeteciliği ile ilgili olarak: "Atatürk'ün meydana getirdiği inkılâp­ların kökleşmesi için gösterdikleri çabadır. Tek taraflı fikir gazeteciliği hamleleri yapıl­mıştır. Fakat gün geçtikçe gazeteler geniş kitlelere hitap eden haber ve satış gazetecili­ği şeklinde dev adımlarla bugünkü yüksek devresine erişmiştir." (1971) diyor.

Başlıca gazetelerden, 1940'tan önce yayını başlamış bulunan:

Akşam, 1950'lerde toplumsal ve eleştirel yazılarla da ilgi toplamaya başlar.

Vatan, 1940'ta Ahmet Emin Yalman'ın yeniden kurduğu, 1946'da muhalefeti (DP) destekleyen, daha sonra eleştiren gazete olarak çıkar.

Cumhuriyet, 1945'ten sonra, Atatürkçülük doğrultusunda, Nadir Nadi tarafından yayınını sürdürür.

Milliyet, bu kez 1950'de, eski Milliyet'le ilgisi bulunmayan ve Ali Naci Karacan ta­rafından çıkarılan; önceleri Peyami Safa, Refi Cevat Ulunayla, sonra Abdi İpekçi ve Çetin Altan'la ilgiyi toplar.

Ulus, Ankara'da CHP'nin organıdır. DP iktidarınca basımevi elinden alınır. Yayı­nını güçlükle sürdürür.

Tasvir, 1940'ta Tasvir-i Efkâr'ın devamı olarak Cihat Baban'ca çıkarılır. Peyami Sa­fa, O. Seyfi Orhon yazarları arasındadır.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra basında yerini alan:

Hürriyet, 1948'de Sedat Simavi tarafından kurulur. Enver Behnan Şapolyo'nun yorumuyla: "Türk basın hayatında bir inkılâp yaptı. Yepyeni bir çehre, değişik bir mi­zanpaj ile çıktı... Bu gazeteye İlmî makale, uzun tefrika konulmadı. İç sayfadaki resim­ roman, faydalı bilgiler, cinayet, İstanbul sansasyonları bir havadis olarak verilmek­tedir.. Gazetenin içi baştanbaşa bol ilânla doludur... Bu nevi gazetecilik, gazeteci, mu­harrir sınıfını ortadan kaldırdı. Yerli roman yazarı, telif eser veren bir sınıf ortadan kay­boldu."

Dünya, 1952'de Falih Rıfkı Atay ve Bedii Faik tarafından CHP'ye karşı çıkmaya başladı.

Tercüman, 1955'te gündelik siyasal gazete olarak yayımlandı. Başlangıçta Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kadircan Kaflı, Semih Tuğrul, Haldun Taner, Ahmet Kapanlı, Murat Sertoğlu... yazarlar arasında yer alıyorlardı. "İslâm tarihine ait büyük tefrikalar yayımlaması üzerine okuyucusu çoğaldı."

Son Havadis, 1953 yılında Ankara'da Cemil Sait Barlas'ça çıkarıldı. Nurullah Ataç, Baki Kurtuluş, Füruzan Hüsrev başlıca yazarlarıydı. 1960'tan sonra İstanbul'a geçti ve el değiştirdi.

Zafer, 1949 yılında Mümtaz Faik Fenik'çe çıkarıldı. Ahmet Muhip Dıranas, Orhan Seyfi Orhon, Fazıl Ahmet, Bahadır Dülger, Enver Behnan Şapolyo başlıca yazarlarıydı. DP'yi, sonra AP'yi destekledi.

Hürses, 1951'de Ankara'da Cavit Oral'ın çıkardığı bir gazetedir.

Enver Behnan Şapolya, 27 Mayıs 1960 öncesi, basınla ilgili durumu şöyle özetli­yor:

"1950 tarihinde Demokrat Parti iktidara gelince, basın, Demokratların faaliyetlerini şiddetle tenkide başladı. Bunun üzerine Ulus gazetesi kapatıldı. Matbaada yangın çıktı, matbaası ve makineleri zapt edildi.

Ulus, tekrar çıkarak tenkitlerini şiddetlendirdi.

Akis mecmuası da aynı yoldan gitti. Cumhuriyet gazetesi Demokratları tutmadı. Vatan da muhafelete geçti.

İzmir'de Demokrat gazetesi idarehanesi tahrip edildi.

Bütün basın, Demokratların aleyhine döndü. Demokratların tek gazetesi Zafer, bu mücadeleye kâfi gelmedi. Radyo vasıtasıyla basına cevap veriliyor, hücumlarda bulunuyordu. Başvekil Adnan Menderes'in beyanatı gün geçmeden radyoya veriliyor, muhalefete söz hakkı verilmiyordu.

Demokratlar durmadan gazete kapatıyor, muharrirleri hapsediyordu, ka­rikatürleri yüzünden Ratıp Tahir hapsedildi. Gazetesi kapatıldı. Akis gazetesi imtiyaz müdürü, muharrirleri tevkif edildi. Ulus gazetesi başmuharriri seksen yaşındaki Hüseyin Cahit Yalçın bile hapse atıldı. Sekiz yıl içinde 2324 basın mensubu hakkında takibat yapıldı. 818 gazeteciye de çeşitli cezalar verildi.

Gazeteler sansüre tabi tutuldu. Bütün bu teröre rağmen basın susturulamadı.

Hükümetin her türlü faaliyeti tenkit ediliyordu.

Nihayet, güya Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisinin ve bir kısım matbuatın kanun yıkıcı ve bozguncu faaliyetlerini tahkik ve tespit etmek üzere bir 'Tahkikat Komisyonu' kurdu. Bu komisyon mebuslardan mürekkep olup, Meclis'te çalışmaya başladı.

İlk iş olarak vilayetlerden yayımlanmakta olan on iki gazete ve mecmu­anın kapatılmasına karar verdi. Birçok gazeteci Tahkikat Komisyonu önünde sorguya çekildi.

Basın hürriyetine vurulan bu zincire üniversite gençliği tahammül ede­meyerek, İstanbul ve Ankara üniversite gençliği 22 Nisan 1960'tan itibaren nümayişlere başladılar. Basın ve üniversite gençliğinin nümayişlerine bu defa silâhlı kuvvetler de karışmaya karar verdiler. Subaylar, 'Milli Birlik Komite­sini kurdular. Harp Okulu gençleri de nümayişlere karışarak 27 Mayıs 1960 sabahı Silâhlı Kuvvetler İhtilâlini yaparak iktidarı ele aldılar.

Ankara ve İstanbul hapishanelerinde bulunan gazeteciler derhal bırakıl­dılar. Demokratların Basın Kanunu yürürlükten kaldırıldı. Türk gazeteleri ye­niden hürriyete kavuştular..."

 


DERGİLER

Türk dili ve edebiyatına yön veren 1940-1960 yıllarının başlıca dergileri arasında da şunlardan söz edilebilir:[11]

Ülkü, Çığır, Ağaç, Yücel gibi dergiler 1940 öncesinde çıkarak yayınlarını sürdür­mektedirler. Bunlardan başka:

Servet-i Fünun-Uyanış dergisi, Sait Faik, Nail V. Hasan İzzettin Dinamo, Ziya Os­man Saba, Cahit Irgat, İlhan Berk, Oktay Akbal gibi yazarlara sayfalarını açmıştır.

Varlık, 1946'dan sonra yeniden canlanır; 1940 kuşağının en önemli dergisi olur; çokluk yetenekli gençler bu dergide tanınmaya başlarlar.

Yurt ve Dünya (1941-1944) ile Yürüyüş (1941-1943), toplumcu-gerçekçi edebiyat görüşüyle çıkarlar.

Büyük Doğu, 1943-1944 yıllarındaki ilk evresinde Sait Faik, Cahit Sıtkı, Fazıl Hüs­nü Dağlarca, Faik Baysal, Oktay Akbal, Özdemir Asaf gibi yazar ve şairlerin yapıtları­nı da içine alarak çıkarılır. Sonra sahibi Necip Fazıl Kısakürek, yön değiştirerek “Sol düşmanı, İslamcı bir politika" ve "müşriklik saplantısının aracı" olarak yayımlamayı sürdürür.

Kaynak, 1948-1956 yıllarında, Ankara'da çıkan ve genç şairleri bir araya getirerek önemli etkinlik gösteren bir şiir dergisi olur.

Yaprak ise, Orhan Veli Kanık'ın çıkardığı (1949-1950), bir bakıma "Garip" akımı­nın ya da "Birinci Yeni"nin yayın organı olan dergidir.

Tercüme Mecmuası, Hasan Ali Yücel'in kurduğu Tercüme Bürosu'nca 19 Mayıs 1940'ta çıkarılan; "çeviri sorunlarına ilişkin deneme ve açıklamaların, çeviri yapıtları eleştirilerinin, ulusal ve uluslararası nitelikte tüm çeviri çalışmaları özetlerinin yer al­dığı bir dergi"dir.

Seçilmiş Hikâyeler (1947-1957), Edebiyat Dünyası (1948-1950), Aile (1947-1952), Türk Folklor Araştırmaları (1949-1980), 1950'den önce çıkmaya başlayan başlıca dergilerdir.

1950'den sonra yayına başlayan:

Türk Dili (1951), Türk Dil Kurumu'nun çıkardığı dil ve edebiyat dergisidir. Yazı­ları ve yapıtları bir kurulca değerlendirilen bütün yazar ve şairlere açıktır.

Yeryüzü (1951-1952) toplumsal çizgide bir dergi;

Ufuklar (1952-1953), Yeni Ufuklar (1953-1976), Dost (1957-1973), Yeditepe (1950- 1974) düşün ve edebiyat dergisi olarak tanınmış yazarları bir araya toplamışlardır.

Mavi (1952-1956), "İlk dönemde, sanat tutumları, dünya görüşleri birbirine kar­şıt imzalara yer verdi; ikinci dönemde ise, Garip akımına ve daha önceki sanat anlayış­larına karşı çıkan Attila İlhan'ın sosyal realizm ilkesine katılanlarla (Maviciler'le) sür­dürdü yayını. Dergide yazanlar: Güner Sümer, Yılmaz Gruda, Ahmet Oktay, Ferit Edgü, Demirtaş Ceyhun, O. Çubukçu, Hilmi Yavuz, Ece Ayhan, Orhan Duru, Tahsin Yücel vb."

Bunların dışında:

Küçük Dergi (1952), Doğu-Batı (1952-1956), Yenilik (1952-1957) dergileri vardır. Hi­sar (1950-1980) tutucu bir görüşle; Türk Düşüncesi (1953-1960), Peyami Safa'nın düşün­cesi doğrultusunda çıkarılan dergilerdir.

SAVAŞ SONRASI

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, özellikle Avrupa ve Afrika'da yer alan devletle­rin sınırları ve egemenlik durumları yeniden düzenlendi. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler, süper devletler olarak gittikçe daha çok güç kazandılar. Böylece bu iki devletin siyasal ve ekonomik egemenlikleri, gelişmemiş ve gelişmekte olan birçok dev­leti uydu durumuna düşürmeye; bunların bağımsızlıkları sözde kalmaya başladı.

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER VE UNESCO

İkinci Dünya Savaşı bitiminde insanlığın, bütün ulus ve toplumların önde gelen ereği, her alanda yeniden güç kazanmaktı. Her şeyden önce savaşın yıkıntılarından sıyrılmak; anlaşmazlıkların yaratacağı çekişmelerden kurtulmak gerekiyordu. Bunun için de uluslararası bir örgüte gereksinim vardı.

1945'te San Fransisco'da Birleşmiş Milletler toplanarak, gerekli örgütü kurdu. Ancak bu örgütte Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa, Sovyetler gibi güçlü devletler, güçleri oranında daha çok seslerini duyuracak; 'veto'larla egemenliklerini el­den bırakmayacaklardır.

1946'da uluslararası eğitim, bilim ve kültür alanlarında etkinlik gösterecek olan UNESCO örgütü oluşturuldu. Bu örgüt, gelişmekte olan toplumlar için, insanlık adı­na, gerçekten yararlı ve olumlu kültürel girişimlerde bulunacaktır.

İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRİSİ

Yeryüzünde yaşayan bir insanla öteki insanlar, kurumlar ve devletlerarasında karşılıklı hakların belirlenerek saygıdeğer bir düzeye çıkarılması, hiç kuşkusuz, çağ­daşlaşmanın ve uygar olmanın belirleyicisi olduğu gibi, insanlığın da yüzyıllar süren özlemi ve gereği olmuştur.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 10 Aralık 1948'de bu amaç doğrultusunda aldı­ğı bir kararla aşağıdaki bildiriyi yayımladı:

1.    Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşçe zihniyet ile dav­ranmalıdırlar.

2.    Herkes bu bildiride duyurulan bütün haklardan ve bütün özgür­lüklerden, ırk, renk, cins, dil, siyasal ya da herhangi bir inanç, ulusal ya da toplumsal köken, varlık, doğuş ya da herhangi başka bir ayırım gözetil­meksizin yararlanabilir.

3.    Yaşamak, özgürlük ve kişisel güven her bireyin hakkıdır.

4.    Hiç kimse ne köleliğe, ne tutsaklığa tabi tutulamaz. Kölelik ve tutsak ticareti her biçimiyle yasaktır

5.    Hiç kimse işkenceye, onur kırıcı ceza ve işlemlere tabi tutulamaz.

6.    Herkes nerede olursa olsun hukuksal kişiliğinin tanınmasını iste­mek hakkına sahiptir.

7.    İnsanlar yasa önünde eşittir ve ayrım gözetilmeksizin yasanın ko­rumasından yararlanmak hakları vardır.

8.    Hiç kimse yasa dışı olarak tutuklanamaz ve hapiste tutulamaz ve sürülemez.

9.    Bir suç işlemekten sanık tutulan kimse, açık bir yargılanma ile ya­sal olarak suçlu olduğu saptanmadıkça suçsuz sayılır.

10.Her insan başka ülkelere sığınmak ve ülkelerce 'sığınmış' (mül­teci) işlemi görmek hakkına sahiptir.

11.Evlenme, karı ve kocanın uygun görmeleriyle bağıtlanır (aktedilir). Aile, toplumun doğal ve temel öğesidir; toplum ve devletten korun­mak istemek hakkına sahiptir.

12.Herkes tek başına ya da başkalarıyla mal ve mülk sahibi olmak hakkına sahiptir.

13.Her insanın düşünce, vicdan ve din özgürlüğü vardır.

14.Her insan, doğrudan doğruya ya da özgürce seçilmiş temsilcile­ri aracılığıyla ülkenin kamu işlerinin yönetimine katılmak hakkına sahip­tir. Halkın istenci (iradesi) hükümet yetkesinin (otorite) esasıdır. İstenç genel ve eşit oy verme yolu ile yapılacak dürüst seçimle yerine getirilir.

15.Her insanın eğitim hakkı vardır. Eğitim parasızdır. Yüksek öğre­tim yaraşırlık (liyakat) esasına göre herkese tümüyle açık olmalıdır.

16.Bu bildirinin hiçbir hükmü, bir devlet, katman (zümre-sınıf) ya da bireyin 'duyurulan hak ve özgürlüklerin yok edilmesine yönelik' giri­şimini haklı gösterecek biçimde yorumlanamaz.

TÜRKİYE’DE ÖNEMLİ OLAYLAR

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye'deki önemli olaylar, tarih sırasına göre başlıklarla şöyle sıralanabilir:

1945— Türkiye, Birleşmiş Milletler üyesi oldu.

1946— Missouri Zırhlısı İstanbul'a geldi.

Demokrat Parti kuruldu.

1947— Sovyetler, Boğazlar üzerinde stratejik üsler verilmesini istediler; Kars, Ardahan, Artvin illeriyle ilgili Gürcistan isteklerini desteklediler. Türkiye bu istekleri kabul etmedi.

1950— Demokrat Parti çoğunlukla iktidara geldi.

1952— Türk askeri, Kore Savaşı'na katıldı.

1947— Türkiye NATO'ya girdi.

1954— Balkan ve Bağdat Paktları imzalandı.

1955— 6-7 Eylül olayları yaşandı.

1958 — Bağdat Paktı, CENTO'ya dönüştürüldü.

1960— 27 Mayıs Devrimi'yle DP iktidarı sona erdi.

1961— Yeni Anayasa hazırlandı ve kamuoyunda onaylandı

 

Bu olaylar arasında Türkiye için kuşkusuz en önemlisi demokratik bir düzen öz­lemiyle girişilen çok parti dizgesine geçiştir. Yüzyıllarca baskı yönetimi; sonra tek par­ti ve şef dizgesi Türk toplumunu birçok haklardan uzak tuttuğu gibi, uygarca gelişme ve kalkınmadan da yoksun bırakmıştı. Demokrasiden çok şey bekleniyordu. Ne var ki kısa bir sürede beklenenlerin gerçekleşmesi olanağı yoktu; birtakım tepkilerle, atılmış kimi adımlarda gerileme söz konusu oldu. Örneğin Köy Enstitüleri'nin, Halkevleri'nin kapatılması; ezanın Arapça okunmasına izin verilmesi; Dünya Klâsikleri yayınının durdurulması; Basın ve Üniversitenin baskı altına alınması; 'Vatan Cephesi'nin kurul­ması; 'milliyet' ve 'milliyetçilik'in tekele alınmak istenmesi; akılcı, bilimsel ve aydın düşünenlerin kendilerine yandaş olmadı diye 'komünist' diye damgalanması; isteni­len özgürlük ortamının yerine kutuplaşmayı getirdi...

Bu çalkantı daha uzun süre, iyi-kötü, yeni oluşumlar yaratacak; 'ilerleyiş', 'meh­ter takımı'nın adımlarıyla yapılan yürüyüşü andıracaktır.

 


“YENİLİK” DÜŞÜNCESİ. GERÇEKÇİLİK VE TÜRK EDEBİYATINDA YENİLER

Suut Kemal Yetkin, "Günlerin Getirdiği" (1958) adlı yapıtının başına aldığı ‘Yarı­na İnanmak' adlı denemesinde İkinci Dünya Savaşı sonrası insanının, ya da sanatçısı­nın, peşinden sürüklendiği 'yenilik' güdüsünü şöyle açıklıyor:

"İkinci Dünya Savaşı bittiği gün Üçüncü Dünya Savaşına hazırlık­lar başladı. Yarına güven diye de ortada bir şey kalmadı. Yarının ne olacağı kestirilemeyince, gününü gün etmek, günü gününe yaşamak bir ilke olu­verdi. 1939'da çocukluk çağında bulunanlar böyle bir hava içinde büyüdü­ler. Bu kuşak için yarının herhangi bir anlamı kalmamıştır. Türlü toplum sıkıntıları da güvensizliği artırıp durmaktadır. İnsanlar yalnız maddî ola­rak değil, manevî olarak da günü gününe yaşamaya başladılar. Sanat ve edebiyat elbette bu havanın dışında kalamazdı. Günü gününe yaşayan in­sanlar gibi, sanatçılar da yaşadıkları gün için eser vermeye koyuldular. Günlerinin yankılarıyla yetindiler. Ogün adları duyulsun, o gün eserlerin­den söz edilsin! Yarın diye bir şey olursa onun da elbette çaresi bulunurdu. Böyle bir havada bir tek eser için yıllarını veren sanatçılardan tabiata daha aykırı André Gide'in eserlerine gösterilen haksızlık karşısında: 'Dâvamı temyizde kazanacağım!' sözünden daha saçma bir şey olamazdı. Yeni kuşak sanatçılarının günlük tutmaya aşırı bir ilgi göstermelerinde, kısalıkları do­layısıyla nesirden çok şiir yazmalarında bu, günü gününe yaşamanın da büyük payı olsa gerektir. Bu günü gününe yaşamak yeni yetişen sanatçılar­da kısa yoldan üne ulaşmak kaygısını uyandırmıştır. Bütün dünyada yay­gın olan bu davranış, edebiyat yoluyla bize de sıçradı ve batı dünyasının bu yoldaki sanatçılarını imrendirecek bir şiddetle kendini gösterdi. Hem günü gününe yaşayıp eser vermek, hem de kısa yoldan üne ulaşmak için araçlar da bulundu: Yenilik adına ne mümkünse yapmak, okuyucuyu sürekli şaş­kınlıklar içinde bırakmak. Fırsat düştükçe yermek, gerekirse bunun için fır­sat yaratmak. Yerleşmiş sanatçıları kötülemek, bu uğurda elden geleni esir­gememek. Yayınlamak, elde ne varsa ortaya koymak.


Yarına güvensizlik, neye inanılacağını kestirememek, bütün bunla­rın yarattığı öfke, yazarları birbirine karşı koymuştur. Bu kargaşalık için­de türlü çekişmeler kendini göstermekte gecikmedi. Ün uğruna yapılan gariplikler arasında bir önceki davranıştan karşıt bir davranışa kolayca geçildiğini de gördük. Öyle ki toplumcu olduklarını söyleyen şairler bile unutulmak korkusuyla anlaşılmaz şiirler yazarak dikkati çekme yolunu tuttular. Ama gene de toplumculuğu kimseye bırakmadılar. Böylece top­lumculukla kişicilik aynı şairlerde birleşiverdi. Bu çeşit şairler ve yazar­lar kendi eğilimlerine uyacakları, yaratışın çilelerine katlanmayı göze ala­cakları yerde sanatı bir sıçrama tahtasına çevirmekle yok ettiler.

Sevgi, inanış, güven, acıma, saygı gibi varlığımızı ilgilendiren türlü insanlık duygularının bozulmadığı her devirde ve her yerde sanat ve ede­biyat ciddiye alınmış, değer taşımıştır. Ciddiye alınmayan gerçek sanat hiçbir yerde gösterilemez...

Bizim bildiğimiz medeniyetler sanatı ve edebiyatıyla ölçülür. Eski Yunan medeniyetinden sanatını ve edebiyatını kaldırınız, geriye ne kalır? Yirminci Yüzyıl Türk Medeniyeti, herhalde yukarıdan beri anlatmaya ça­lıştığım bu çeşit eserlerle kurulmayacak. Şairlerimizin, eleştirmecilerimi­zin, bir kelime ile bütün yazarlarımızın çoğunlukça öteden beri takip et­tikleri Fransız edebiyatı Dadaisme'den ve bir sürü 'isme' ile biten türedi­lerinden mi ibarettir? Bunlardan kaçının adı hatıralarda kalmıştır? Ne şi­irin, ne sanatın yenisi eskisi olur. Sadece şiir, sadece sanat vardır. Hangi şiir Baudelaire'inkilerden daha şiirdir? Yeni kelimesini ağızlarından dü­şürmeyenler ya tükenmiş olanlar, ya da kendilerinde yaratma gücü bu­lunmayanlardır. Yenilik diye ortalığı bulandırmakla gerçek bir şey kaza­nılmaz. Bulanık suda balık avlandığı sanatta görülmemiştir..."

Yetkin'in bu görüşlerini tümüyle onaylamak yanlış olduğu gibi, geçersiz saymak da söz konusu olamaz. 1940 kuşağı içinde kimi salt 'yeni' peşinde koşmuş; kimisi ger­çek sanatçının yaptığı gibi yetenek ve istencini yapıtlarına yansıtmıştır. Ne var ki bu kuşakta, 'yarma güvensizlik' duygusunun, çoğu insanda görüldüğü gibi, yerini birta­kım çabalara bıraktığı; dolayısıyla birtakım Yenilikler'in yaratıldığı da somut bir olgu­dur.

20. yüzyılın ikinci yarısını etkileyen en önemli görüş ve yöntemlerden biri de, kuşkusuz, usa dayanan bilim ve tekniğin yararlandığı gerçekler ve gerçekçilik'tir.[12]

Edebiyatta, yüzyıl önceki Gerçekçilik'in başka bir görünümü sayabileceğimiz bu olgunun, İkinci Dünya Savaşı gerçeğiyle daha koyulaştığı; 'toplumsal gerçekçilik' adı verilen yeni bir boyut kazandığı da söylenebilir.

Sanatın her dalında göze çarpan 'yeni' ve 'yenilik isteği', 'gerçek' ve 'gerçekçilik', 'birey' ve 'toplum' kavramlarıyla sarmaş dolaş olmaktadır.

Türk edebiyatının, Cumhuriyet'in Kuruluş Dönemi'ndeki ulusal ve toplumsal ni­telikli ülküselciliğiyle ile 1940 sonrası gerçekleri olduğu gibi yansıtma' ereğindeki or­tak yanın 'ulusal ve toplumsal bilinçlenme' olduğu söylenebilir. Ne var ki bir yanda 'batılı' olma isteği, öbür yanda 'gelenekçi duygusallıklar', öteden beri var olan ikiliğin sürmesine de neden olmuştur.

Salah Birsel, Milliyet Sanat Dergisi'ndeki (9.Haz.l976) bir yazısında eski-yeni kav­gasını, 'Hece Vezni-Yeni Şiir' anlaşmazlığına dayandırarak şöyle anlatıyor:

"Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Re­şat Nuri Güntekin, Burhan Cahit, Fazıl Ahmet Aykaç, Ercüment Ekrem Talu, Mahmut Yesari, Vâlâ Nurettin, Peyami Safa, Behçet Kemal Çağlar, Aka Gündüz, Selâmi İzzet, İbrahim Alaattin.

Dikkat, dikkat, bu adamlar aranmaktadır.

Yıl 1940'tır. İkinci Dünya Savaşı çok şükür patlak vermiştir. Ve bu adamlar aranmaktadır. Ama savaşla ilgili olmayan bir neden yüzünden. Bunlar —hadi gerçek kişiliklerini açıklayalım— bu edebiyatçılar, yıllardan beri yazdıkları yazılardan, döktürdükleri şiirlerden ötürü suçlu gö­rülmüşlerdir. Hesap vereceklerdir. Türk edebiyatını çıkmaza sürükledikle­rinden yargıç önüne çıkacaklardır.

Nedir, hesap soracaklar devletin yargı kuruluşları değil, çiçeği bur­nunda genç yazarlardır. Biri —bu, pek körpe değildir— şöyle bağırır:

Yaşasın tasfiye!...

Bir başkası ise şu sözleri sürer piyasaya:

Bir Gorki ayarında Sabahattin Ali, bir Duhamel kadar sağlam Sa­it Faik önümde dururken, dünkülerden kimi beğenebilirim?...

Hâlâ Hececilerin kof manzumelerini mi beğeneceğiz?

Gelgelelim eski edebiyatçılar, genç ve coşkulu edebiyatçılar karşısın­da boyunlarını eğik tutacak türden kişiler değildir...

Evet, İkinci Dünya Savaşı'nın en koygun günleridir. Ama en koy­gun çarpışmalar, İstanbul gazetelerinde, eski yazarlarla yeniler arasında verilir.

Bir cümbüş ki Türk basım böylesini bir kez daha görmemiştir, göre­cek de değildir. Akşam, Son Posta, Yeni Sabah başta olmak üzere bütün gazeteler edebiyat alanında yapılmak istenilen 'tasfiye den, Eski-Yeni kav­gasından söz etmektedir. Fıkralar, soruşturmalar gırladır. Karikatürler de öyle. Kimileri eskileri, kimileri de yenileri tutar. Ama çokları posası çık­mışlardan yanadır. Çünkü gazetelerin köşe başları onların elindedir...

Yazık ki yazık. Gençlerin elinde doğru dürüst bir gazete yoktur. Ama onlar da dergi üstüne dergi çıkararak, gazete sütunlarında uğradıkları yenil­gileri, dergi sayfalarında zafere dönüştürürler. Sokak, Ses, Yeni İnsanlık, Hamle, Bağ, Yeni Yol, Yeni Edebiyat, Yaratış, Küllük, Gün, Kovan, Yürü­yüş, İnsan (Üçüncü çıkışıdır bu), Yenilik, Yığın, Edebiyat Dünyası, Yenilik­ler... Topu da yeni bir edebiyatın bilinci içindedir. Gerçi, bunlardan çoğunun ömrü birkaç aylıktır ama olsun, biri batarsa, yerine ikisi, üçü geçecektir...

Yeni Nesil doğmuştur. Sonradan '1940 Kuşağı' ya da 'Birinci Yeni' adlarını alacak olan, ama o yıllarda daha çok 'Genç Nesil', 'Yeni Nesil' di­ye anılan kuşak yavaş yavaş şu adları bağrında toplamaya başlamıştır: Sabahattin Ali, Sait Faik, Sabahattin Kudret, Samim Kocagöz, Orhan Veli, Necati Cumalı, Oktay Akbal, Melih Cevdet, Oktay Rı­fat, Behçet Necatigil, Orhon Murat Arıbumu, Salâh Birsel, Asaf Halet Çelebi, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip, Rıfat Ilgaz, Cahit Saffet Irgat, Abidin Dino, Nail V. Cahit Sıt­kı Tarancı, Ziya Osman Saba (bu ikisinin 1930 yıllarından transfer ol­muş bulunmasına aldırmayın), İlhan Berk, Hasan İzzettin Dinamo, Faik Berçmen, Nahit Ulvi Akgün, Burhan Arpad, Kemal Bilbaşar, Cavit Yamaç, Mustafa Seyyit Sutüven, Ömer Faruk Toprak, Suat Taşer, Fethi Giray vb

YENİLER DÖNEMİ’NDE YAZINSAL ETKİNLİKLER ŞAİR VE YAZARLARIN YÖNELİŞLERİ

1940-1960 Yeniler Dönemi şair ve yazarlarının katıldıkları yazınsal etkinlik, akım ve hareketleri, sonraki tartışma sonuçlarına bakarak şu başlıklar altında belirleme ola­nağı vardır:

a.    Birinci Yeni (Garip akımı)

b.    Toplumsal gerçekçilik akımı,

c.    Köy gerçekçiliği hareketi,

d.    Mavi hareketi,

e.    İkinci Yeni oluşumu.

Yayımladıkları "Garip" şiir kitabı ve "Önsöz"ü ile edebiyatta biçim, öz ve anlatım kalıplarını kırmaya çalışan Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat üçlüsünün hız verdikleri "Birinci Yeni", 1940-1950 yıllarının, gençlerin ilgisini toplayan, en etkin akımıdır.

Birinci Yeni akımına katılan Necati Cumalı, bir yazısında, bu konuya şu açıklığı getiriyor:[13]

"1950'lerin ilk yıllarında kendilerini İkinci Yeni olarak tanıtan şair­lerimizle taraftarlarının dilinden düşmezdi... İkide bir Birinci Yeni olarak adlandırdıkları bizim kuşağın şairlerinin olanakları çabuk tükenen, kuru, kısır bir şiir anlayışına bağlandıklarını tekrarlarlardı. Sonra sonra kapat­tılar bu konuyu...

1938'de nedir şiirimizin durumu? Varlık, Yücel, Gündüz, İnsan gibi edebiyat dergilerinde o yıl çıkan şiirleri arkası arkasına okuyacak olursak, görürüz ki Ahmet Muhip Dıranas, Cahit Sıtkı Tarancı, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ziya Osman Saba dışında gittikçe tekdüzeleşir, yozlaşır yayımlanan şiirler. Hatta Dıranas susar, Tarancı durgunlaşır, Ziya Os­man Saba'nın sözünü tükettiği görülür, özgün kişiliği ile dikkati çeken Dağlarca ise sonradan "Çocuk ve Allah"ta topladığı şiirlerinde kendini tekrara başlar. Öte yandan Nazım Hikmet hapistedir. Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday'ın ölçülü uyaklı ilk şiirleriyle o yıl Varlık'ta görünen imzaları hiç de büyük ümitler verici değildir,

Garip anlayışının ilk şiirleri o yıl görünür. Gürültü büyüktür. Şiir de, öz de, biçim de birdenbire değişmiştir. Ölçü, uyak bırakılmış, şiir dili­nin yerini konuşma dili almış, şairane kapı dışarı edilmiş, günlük yaşam, sokaktaki adamın duyguları girmiştir şiire. Özüne inemeyenler doğru de­ğerlendiremezler bu akımı. Oysaki batılılaşma yolunda yüz elli yıldır gi­rişilen atılımların zorladığı yeniliktir bu. Genç Cumhuriyet'in gerektirdiği bir şiirdir. Toplumsal devinimlerin par aklindedir. Atatürk'ün devlet anlayışına getirdiğini, şiire getirmektedir. Atatürk, boş inançlardan kur­tarıp, akla, bilince dayanan insancıl bir öze kavuşturmak istedi toplumu. Garipçilerin de yaptığı budur. Getirdikleri şiir anlayışı ile söz kalabalığı arasında boğulmuş gerçekler çıplaklaşmakta, yalınlaşmakta, şairane gül- bülbül duyarlığından arınan şiirimiz akılcı bir tutumla insan gerçeğine doğru yöneltilmektedir. Öz kazanmaktadır şiirimiz. Ortaya çıkan örnek­leri belki de her bakımdan doyurucu, olgun değildir. Fakat yeni şiirimiz bu özden, bu çekirdekten gelişecektir.

1940'ta yayımlanan dergilere bir göz atacak olursanız, aradan iki yıl bile geçmeden okuyacağınız bütün şiirlerin yapısının değiştiğini görürsü­nüz. Garip anlayışının havasında binlerce şiir sarmıştır ortalığı...''

Demir Özlü'nün "Temel Üç Akım" başlıklı yazısında da[14] belirttiği gibi, 1940 yıl­larının Birinci Yeni’yle birlikte güçlenen ikinci akımı Toplumsal Gerçekçilik'tir. 1940 önce­sinde Nazım Hikmet ve Sabahattin Ali toplumculuğuyla başlayan bu akım, giderek yeni boyutlara da ulaşır; Anadolu'daki kent yaşamını her yönüyle eleştiren, ya da gülmece biçiminde ortaya konulan; Köy Enstitülü yazarlarla köy gerçeklerine uzanan yapıtlarda sergilenir.

Demir Özlü, Temel Üç Akım'da şöyle diyor:

"1940 yılından bu yana Türk edebiyatı önemlidir; çünkü bu yıllar­dan sonra Türk edebiyatı çağdaş düşünce akımlarının içindedir artık,  Türk insanı, Türk yazarı, bütün dünya insanını, insanlığı ilgilendiren çağdaş akımlarla iç içedir...

Türk edebiyatında 1940 çevrelerinden başlayarak görülen köklü ede­biyat akımlarının da, tümüyle politik nitelikleri vardır. Bunlar çağdaş po­litik eğilimlere uyarlar.

Bence, bu dönemlerden başlayarak, Türk Edebiyatında temel üç akını vardır:

Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet'in kurdukları 'Démocra­tisme'.

Reşat Enis'le başlayan, Sabahattin Ali'nin kurduğu, Samim Kocagöz, Kemal Bilbaşar'ın ilk hikâyeleriyle kurucuları aralarında bulunduk­ları, Orhan Kemal, Fahri Erdinç ve sonrası birçok önemli yazarın içinde bulundukları toplumcu-gerçekçilik akımı. Şiirde Nazım Hikmet'le onu izleyen 40 kuşağı gerçekçi şairleri de bu akımın yanında yer alırlar...

Yabancılaşma olgusunu hareket kaynağı yapan 1950 kuşağı ya­zarları...”

Demir Özlü'nün üçüncü akım olarak sözünü ettiği, "yabancılaşma olgusunu ha­reket kaynağı yapan" ise, İkinci Yetti'dir. Kendiliğinden oluşarak 1950-1960 yıllarında güçlenen bu akımla ilgili açıklama ve yorumlar da şunlar:

"İkinci Yeni, Oktay Rifat'ın da nitelendirdiği gibi, genellikle 'düşün­den yoksun, tutarsız bir haraket'ti. Hiçbir zaman tam bir akım olamadı. Bilinçli bir toplulukça, belirli bir tarihte, sistemli bir bildiriyle ortaya çık­madı. Çeşitli şairlerin, bireysel çabalarıyla ucun ucun, ayrı ayrı oluştu, gitgide ortak bazı özelliklere kavuştu. Bundan dolayı, onu, bir tek öncüye ya da ürüne indirgemek uygun olmaz. Ancak belirli toplumsal ve sanat­sal koşullar altında, Birinci Yeni'ye karşı, başka bir şiiri arayıp deneyen kişi şairlerden söz edilebilir. 1954'te tohumları atılan bu şiire 1956'da İkinci Yeni adı verilir.

Cemal Süreya, İlhan Berk, Edip Cansever, Turgut Uyar ve Ece Ayhan'ın İkinci Yeni'ye yol açan şiirleri 1954 Mayıs'ından 1956 Ara­lısına (yani Perçemli Sokak'ın çıkışına) kadar Yeditepe, Yenilik ve Pazar Postası dergilerinde görülür.")

"İkinci Yeni, rahatsız edici, tedirgin bir şiir hareketidir. Düşünmeyi, edebiyat bilgilerini anlamak için uzunca bir şiir eğitiminden geçmiş olma­yı gerektirir de o yüzden. Benzetmeler, düşsel-masalsı görüntüler, hayal­ler, semboller, gerçeği saklamalar, bulandırmalar ve çapraşık çağrışımlar toplamıdır. Ama güzeldi ve divan şiiriyle zerrece bir bağlantısı da yoktu. Garip akımının tam karşıtı... Gerçeküstücülük ve simgeciliktir kaynakla­rı. Nasıl Garip şiirini tam değerlendirebilmek; kaynaklarını, çıkış noktala­rını tam saptayabilmek için örneğin Jacques Prévert'le karşılaştırmalar yapmak gerekliyse, İkinci Yeni şiiri için de o yıllarda bilinen, Türkçeye çevrilen gerçeküstücüleri, varoluşçuları aramak yerinde olur..."

Birinci, İkinci Yeni'lere koşut aralıksız süren toplumsal gerçekçilik akımının bir boyutu da Köy Gerçekçiliği'dir. Mahmut Makal'ın Bizim Köy adlı yapıtıyla önem kaza­nan bu hareketle ilgili bir açıklamayı da Mehmet Başaran'ın "Yeni Edebiyatımız Yaşa­mın Sıcaklığım Üstlenmiştir" adlı yazısında buluyoruz:[15]

"1945'te Köy Enstitüleri dergisi yayımlandı. On yedi bindi baskı sa­yısı. 'Bu küçük dergi, yeni köy edebiyatının öncüsü oldu. Öğretmenler, öğrenciler, hikâyelerini, şiirlerini ve gözlemlerini bu dergide yayımladılar. Bütün yazılarda, yaşanılanla anlatılan arasında doğrudan doğruya bir il­gi vardı, düşünceler nesneldi, gerçeklere dayanıyordu.' (K.Karpat)

Şu bir olgu: Devrimci eğitimin yaygınlaşmasıyla oluyor aydınımı­zın, yazınımızın 'yabanlıktan' kurtulması, halklaşması. Çarığı, boz eşeği, çelek öküzü, öfkesi, özlemleriyle kendisi giriyor yazınımıza köylümüz. Toprağın, üretim yaşamının sıcaklığını üstleniyor dilimiz, düşüncemiz. 'Topraksızlığın, köleliğin, açlığın, eğitimsizliğin acı, çağdışı çelişkileri' di­kiliyor karşımıza yaman bir gerçekçilikle, giderek toplumsal gerçekçiliğe dönüşüyor bu gerçekçilik. Ta başından beri halkımızın bağrına bastığı di­limiz, yeni sözcükler, deyimler, tatlarla zenginleşiyor, tüm sanatçılarımı­zın katkılarıyla 'yurdun ezgilenmiş soluğuna dönüşmeye başlıyor."

Bütün bu akım ve hareketler arasında, Mavi adlı bir dergi ile Attila İlhan'ın be­nimsediği bir ortaya atılıştan söz ediliyor; adına da Mavi deniliyor. Demir Özlü'nün bir yazısında açıklayıp yorumladığı Mavi de şöyle:[16]

"Mavi hareketi, aslında, yazınsal anlamda 'Romantik bir yazın ha­reketi'dir. Anlatmaya çalışayım:

Nostaljiyle doluydu: Paris nostaljisi, kadın aşkı nostaljisi, yeni bir toplum nostaljisi, düşsel kentlere uzanan nostalji... vb. Düşlerle de doluydu. Elbette, bu nostaljilerle düşleri birbirinden ayırmak zordur. Ama gerçeküstücülerde olduğu gibi düş ya da sanrı, yazınsal metnin de, yaratıcı, itici gücü oluyordu. Bu yazınsal gerçek daha çok öykü metinlerinde görülür. Bunaltıyla da doluydu, güncel alanda verilmiş olandan duyulan bunaltı yanında, insancıl olmayan bir tarihin sezgisinden de doğan bir bunaltıdır bu. Ama bizzat, 1950 yıllarında, dünyada, Türkiye'de, İstanbul ve Ankara'da, var olmaktan da gelen bir bunaltıdır. Simgelerle doludur bu yazın...

Mavi dergisindeki yazınsal metinlerle, öteki yazıları birbirinden ayırmak gerekir. Önemli olan yazınsal metinlerdir: Şiirler, öyküler... Genç ya­zarların bilinçaltlarının, yarı bilinçlerinin döküldüğü metinlerdir bunlar,  özellikle de Attila İlhan'ın 'sosyal-realizm' üzerine olan ve gerçekten de de­rin olmayan- yazılarını ayırıp Mavi hareketinin biraz ötesine koymak gere­kir. Attila İlhan, Mavicileri, sadece şiirlerindeki nostaljik tonla etkilemiştir. Biraz da benzetmelerindeki, benzeyenle benzetileni cesaretle yan yana getirişindeki tutumuyla. Ama bu yazış biçimi, Mavicilerde, çok daha ileri gitmiş ve gerçeküstücülerde olduğu gibi, bilinçaltı ile ilişki kurmuş tur..."[17]

Bütün bu akım ve hareketlerle, bunların dışında kalan "gelenekçi, klâsik beğeniden yararlanarak yazanlar", ''gerçekleri gülmeceyle verenler", “salt düzyazı türlerinde ya da edebi­yat tarihi vb. türlerde yapıt ortaya koyanlar" göz önünde bulundurulursa, 1940-1960 Yeni­ler Dönemi şair ve yazarları iki bölümde toplanabilir.

 



[1]   Prof. Dr. Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, 1984.

[2] Enver Ziya Karal Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, 1976

[3] Emre Kongar, Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, 1976

[4] Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, 1969

[5] Behzat Ay, Somut dergisinin 21 Şubat 1986 sayısında, Hasan Âli Yücel'in 25. ölüm yıldönümü nedeniyle şunları yazıyor: "... Bütün bu acı, korkunç açlık ve kıtlık yıllarında Yücel, Millî Eğitim Bakanı'ydı. Çok yazıldı, üzerinde çok konuşuldu, romanlara, incelemelere konu oldu kurduğu Köy Enstitüleri. Türkiye bozkırlarının 21 yerinde fışkıran gür kaynak...

Yücel, yalnız destanlaşan bu kurumlan kurup geliştirmedi. Şimdi pek çok kişiye sorsak bilmezler: An­kara Devlet Tiyatro ve Operası, Meslek ve Teknik öğrenim kuruluşlarının örgütlenmeleri, Teknik Üniversite'nin tam örgütlü bir biçim alması... Hasan Âli Yücel'in zamanında ve onun çabasıyla.

Ve bütün bunların yanı sıra asıl destanlık büyük bir iş başardı Hasan Âli Yücel: Dünya soy yapıtlarının (klâsiklerinin) dilimize çevrilip, basılıp, yayımlanmasıdır.

Beş yıllık izlenceye (programa) giren 100 soy yapıtın dilimize çevrilip, basılıp, yayımlanması dokuz faz­lasıyla, yani 109 soy yapıt iki buçuk yılda. 1944 yılının Mart ayında başarılmış oluyor. Ondan sonraki beş yıl içinde de izlenceye 500 soy yapıtalınıyor. Ve çevrilip basılmaya, yayımlanmaya girişiliyor...

 

[6] Niyazi Akı, Çağdaş Türk Tiyatrosu’na Toplu Bakış, 1968

[7]  Necip Ali, Halkevleri Yıldönümünde. Ülkü, s.2,1933.

[8] Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni, 1969.

[9] İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un 1935’te yayımlanan yazısı

[10] Milliyet Sanat Dergisi, 8 Şubat 1974

[11] Vedat Günyol, Sanat ve Edebiyat d.1986 ile

[12]       Batıdaki son akımlar:

Kübizm: 1910'da Guillaume Appolinaire'in öncülüğüyle ortaya çıkmıştır. Varlıkların geçici anlarını de­ğil, değişmeyen özlerini, çeşitli yanlardan (üç boyutlu) görüntülerini yansıtmaya çalışır; bilinçaltına önem verir. Örneğin, bir insan, sadece dış görünüşüyle değil; istekleri, duygu ve düşünceleri, düş güçleri, günah ve sevaplarıyla tabloya geçirilmek istenmiştir.

Gerçeküstücülük (Surrealisme): 1924'te André Breton'un yayımladığı bir bildiri ile ortaya çıkmıştır. Mad­deye olduğu kadar, mistisizm'e yer veren; "bireyci" bir akımdır. Akıl ve mantığın yetersiz olduğunu ile­ri süren Gerçeküstücüler, "bilinçaltı"na, "imge" ve "düş"e önem verirler. Böylece ruhun derinliklerine in­meye çalışarak, gerçeğin sınırlarını genişlettiklerini; akıl, mantık ve gerçek dışına çıkmadıklarını savu­nurlar.

Varoluşçuluk(Existetialisme): İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra felsefi bir görüş olarak yayılan, edebiyatı da etkileyen bu akım, "var olma"nın "öz"den önce geldiğini ileri sürer, insanın "kendini bil"mesinden sonra; "seç'imini yapması, "sorumunu kavra"ması, "bunalımdan eyleme geç"mesini ister. Kişiyi sıkışık, bunaldığı bir durumda ele alır; kendi davranışları içinde tanıtır.

 

Aydınlara seslenen bu akımın sanatçıları, "durum"u ortaya koyarlar, güdümcü değildirler; incelemelere girişmezler. Her türlü sorunu ele alırlar.

[13] Necati Cumalı Niçin Aşk (Şiirin Olanakları), 1971

[14] Cumhuriyet g. Sanat-Edebiyat 23.08.1975

[15]      Mehmet Başaran, Cumhuriyet g. Sanat-Edebiyat 16 Nisan 1977.

[16]       Yazko Edebiyat d. Mart-Nisan 1984 (Güner Sümer ve Mavi Hareketi).

[17]Sözü edilen Maviciler Asaf Çiğiltepe, Yılmaz Gruda, Ahmet Oktay, Güner Sümer vb.dir.

İnkılap yayinlari, Türk Edebiyatı Tarihi

SON EKLENENLER

Üye Girişi