17. YÜZYILDA TÜRK SAZ ŞİİRİ
ÂŞIK
Hayatı hakkında hiçbir bilgimiz yoktur. Sadeddin Nüzhet, çeşitli kaynaklardaki bilgileri değerlendirerek hazırladığı Âşık adlı monografasinde, onun, sadece yaşadığı yüzyılı tesbit edebilmiş, bir şair olarak tesirini ortaya koymağa çalışmıştır. Elimizde oldukça fazla şiiri olan Âşık’ın, yaşadığı devri gösteren şiiri, Sultan IV. Murad’ın (1623-1640) boğdurulan musahibi Musa Çelebi üzerine söylenmiş olanıdır. Sultan’ın da nazire yazdığı bir şiirden Âşık’ın 1041/1631 yılında hayatta olduğunu anlamaktayız.
Devrinin önde gelen adlarından olan şairimize, daha sonraki yıllarda şöhrete kavuşacak olan Kuloğlu, Âşık Ömer, Gevheri vb. nazireler söylemişlerdir. Bazı şiirleri bestelenip musiki meclislerinde okunmuştur. Sade bir dille söylediği şiirlerinde klâsik edebiyatımızın tesiri az da olsa görülür.
Şairnâmelerde kendisiyle ilgili her hangi bilgiye rastlanılamamıştır.
Kara gözlüm senden murat alınmaz
Cana çevrin çoktur fendin bilinmez
Yandım elinden
Tutsam belinden Emsem lebinden
Efendim naz eder nazlıdır
İştiyakın derûnumu yakıyor
Ah ile efganım Arş'a çıkıyor
İki elimde taş
Didelerim yaş
Sinemde ateş
Derûnumda yanan közlüdür.
Figanım işiden der ki yazıktır
Gariplik çekmişim bağrım eziktir
Yâr ele girmez
Yanıma gelmez
Hâlimden bilmez
Gam değil ezelden sözlüdür.
Der ki Âşık kimse bilmez hâlimden
Kime dâr edeyim senin elinden
Havadan inmez
Koluna konmaz
Ateşim sönmez
Yandıran bu âhu gözlüdür
***
Güzel senden ayrılalı
Hayli zaman oldu gel gel
Bak gözümden akan yaşım
Âb-ı revân oldu gel gel
Böyle m'olur küsüp gitmek
Seni seveni terketmek
Haram oldu yemek içmek
İşim figân oldu gel gel
Kurulu yaydır basılmaz
Gönül yârinden kesilmez
İçmeyince derd eksilmez
Boş kadehler doldu gel gel
Kul Âşık ider varmağa
Halinden haber almağa
Yetiş namazım kılmağa
Seni seven öldü gel gel
ÂŞIK HALİL
Hayatı Hakkında bilgilerimiz son derece azdır. Bazı Şairnâme’lerdeki kayıtlardan Bursalı olduğunu anlamaktayız (Âşık Ömer, Hızrî, vb.). Beliğ’in, “Bî-vezn ü kâfiyenin güzidesi” diyerek küçümsemesine karşılık, Ömer, dilinin sadeliğinden ve güzelleri öğmede benzerinin bulunmadığından söz ederek değerlendirmektedir.
Dilinin sadeliği yanında, kafiye hususundaki dikkati de önemlidir. Bu özellikleriyle klâsik edebiyatın uzağında kalmış ve geniş kitlelerce tanınma fırsatım bulmuştur. Halil’in günümüzde tanınmasında, onu bizlere kazandıran F. Tansel ve H. Eren’in önemli yerleri vardır.
Sun’î de, Tekerleme adlı şairnâmesinde ondan söz eder.
Can bübülüm cüdâ düştüm gülümden
Zârımdan bezmedik dağlar mı kaldı
Ahû gözlü yârim senin elinden
Şikâyet etmedik beyler mi kaldı
Nûş edip elinden zehir yutarsam
Günden güne kendim helak edersem
Acep midir başım alıp gidersem
Biraz da ardımca ağlar mı kaldı
Dağları delmekti Ferhad'ın demi
Şirin i gördükçe artardı gamı
Ben Mecnun'um aldırmışım Leylâ'mı
Nice aşmadığım dağlar mı kaldı
Halil der bülbülüm ayrı gülümden
Gece gündüz virdim gitmez dilimden
Aldırdım gül yüzlü yâri elimden
Divâne gönlümü anlar mı kaldı
ÂŞIK ÖMER
Âşık Ömer, yüzyılın en önde gelen adlarından biridir. Kendi şiirlerinden yola çıkan araştırıcılar onu gerçek bir mekâna bağlayamamışlardır. En eski divânındaki,
Vatan-ı aslimiz Aydın ilidir
ve
Tehi sanman Ömer Gözlevelidir
gibi mısralar, onun gerçek doğum yerini ortaya koymamıza engel teşkil etmektedir. Aydın, Kırım ve Konya’da üç ayrı Gözleve’nin var olması, araştırıcıları sık sık fikir değiştirmeye yöneltmiştir. Bu konudaki son eserin sahibi Ş. Elçin, çok eski bazı kaynaklardan yola çıkarak şu hükme varmaktadır: “Âşık Ömer’in vatanının Kırım Gözleve’si olduğu kuvvetle tahmin edilebilir “(Âşık Ömer, 3).
Elçin’in kaynak olarak ele aldığı Dr. Bayçura’nın bilgilerine göre, babası kürk ticaretiyle uğraşan Abdullah adlı bir zattır; annesinin adı ise Şerife’dir. Doğum tarihini 1619 ve 1621 olarak veren kaynaklar tahminden öte gidememektedir. Bize göre bütün bu bilgiler, Kırım rivayetinin gayet güzel süslenmesiyle ilgilidir.
Adı Ömer olup bir ara, Adlî mahlasını da kullanmıştır. Medreseye devam eden Ömer burada sarf, nahiv, mantık, maâni, Arapça, Farsça, tefsir ve Dürer okumuştur. Hâfız’ı, Sâdî’yi burada öğrenmiş, şiirinin bilgi dağarcığını burada zenginleştirmiştir.
Pek çok yerler dolaşan Ömer’in Divârimâa., “Hafız Âşık Ömer” ibaresinin yer alması, çeşitli kaynaklarda saz çaldığının kayıtlı olması, onun değişik cephelerini ortaya koymaktadır.
1707’de öldüğüne dair söylenen tarihi ihtiyatla karşılayan Elçin, bu tarihin daha sonraki bir yıl olması gerektiği görüşündedir.
Şairnâme'sinde, Şerifi adlı şairden bahsederken kullandığı şu ifadeler, bu zatın Ömer’in hocası olduğu şeklindeki görüşleri kuvvetlendirmektedir:
Şerifi değil mi cümleye üstâd
Ol değil mi bizi eyleyen irşâd
Safâyî tezkiresinde, Şerifî’nin Kırımlı olduğu, İstanbul’da tahsilini tamamladıktan sonra Rumeli’ye gittiği söylenmektedir.
O, aynı yüzyılın âşıklarından Kul Mustafa, Kâtibi, Bursalı Halil, Gayrî, Hayrî ve Sâdık’ı beğenmektedir; birincisine söylediği nazireler bunun güzel örnekleridir. Onun nazire söylediği diğer şairler arasında Karacaoğlan, Kuloğlu, Yazıcı gibi adlar da yer almaktadır.
Klâsik şairlerimizden Ahmed Paşa, Fuzûlî ve Atâî’nin şiirlerine nazireler yazması; gazel, murabba, kalenderi, satranç, müstezad gibi şekillere örnekler vermesi, Ömer’deki, yüzyıla hâkim olan klâsik şiire yönelme arzusunun en güzel örneğidir.
Zamanında ve daha sonraki yüzyılda oldukça şöhretli bir şair olan Ömer’e; Âhu, Hasan, Levnî, Rûhî, Siyâhî, Şevkat gibi şairler nazire yazmışlar, Âşık Nihânî de bir medhiye söylemiştir.
Ayvansaraylı Hafız Hüseyin tarafından 1782’de, Âşık Ömer Divânı adıyla bir araya getirilen şiirler arasında; koşma, destan, semaî ve varsağı şeklinde söylenen heceli örnekler daha azdır; Ömer’in en çok bilinen Şiiri, 38 dörtlükten meydana gelen ve 105 şairin adının sayıldığı Şairnâme’sidir. Burada sadece 17 saz şairinin adının zikredilmesi, Arap ve Acem şairlerinin yanında klasik şiirimizle tekke şiirimizin ünlü adlarına daha fazla yer verilmesi düşündürücüdür.
Âşık Ömer’den, Gubârî ve Hızrî’nin Şairnâme’lerinde sadece ad olarak söz edilmiştir. On dokuzuncu yüzyılda yazılan Şairnâme'lerden Ruhsâtî’ninki ile yirminci yüzyılın şairnâme yazarlarından Feryâdî, Emsâlî, İsmetî, Kangallı Noksanî ve Talip Kılıç’ın eserlerinde de Ömer’e yer verilmiştir.
Şu karşıdan gelen dilber
Gelir ammâ neden sonra
Bir selâma kail oldum
Verir ammâ neden sonra
Bahçede açılan güller
Dalında öten bülbüller
Bizi zemmeyleyen diller
Çürür ammâ neden sonra
Gördüm yârimin yüzünü
Öptüm dostumun gözünü
Aradım buldum izini
Buldum ammâ neden sonra
Kolumdan uçurdum bazı
Yeter ettin bana nâzı
Âşık Ömer’in niyâzı
Geçer ammâ neden sonra
***
Bu gün ben bir güzel gördüm
Yeşiller giymiş ağ üzre
Aklımı başımdan aldı
Durabilmem ayağ üzre
Beni mest eden câmıdır
Gonca gülün eyyâmıdır
Her biri bir harâmidir
Kirpikleri kapağ üzre
Mah cemâline bakılır
Ben kulun yanup yakılır
Söyledikçe bal dökülür
Leblerinden dudağ üzre
Cemâli hüsnü âlişân
Ol Yûsuf'dan almış nişân
Siyah zülüfler perişân
Dökülmüş al yanağ üzre
Âşık Ömer geldi ise
Hak inâyet kıldı ise
Ferhad dağı deldi ise
Ben koyam dağı dağ üzre
Elâ gözlerine kurban olduğum
Yüzüne bakmağa doyamadım ben
İbret için gelmiş derler cihâna
Noktadır benlerin sayamadım ben
Aşkın ateşidir sinemi yakan
Lütfuna irer mi çevrini çeken
Kolların boynuma dolanmış iken
Seni öpmelere kıyamadım ben
Terk eyledim ağalarım beylerim
Bozbulanık seller gibi çağlarım
Anın içün ben ah idüp ağlarım
Ayrılık oduna doyamadım ben
Kaldı deli gönül kaldı hep yasta
Mevlâ'm erdir beni murâda kasda
Âşık Ömer eydür sevgili dosta
Allah'a ısmarladık diyemedim ben
ŞAİRNAME’DEN
Olmak ister isen gönül züfünûn
Derûnî zikr eyle ganî
Yezdân'ı Be-emr-i sâni'i sun'i
Kâf u Nun Yarattı âlem-i kevn ü mekânı
Geldi dil bülbülü medh-i lisâne
Kasdı şuarâyı çekmek beyâne
Gör ne âşıklar var gelmiş cihâne
Dilde yâd edelim hep şâirânı
Hâfız-ı Şirâzî Rumî Fuzûli
Anları geçince yeğdir Usûlî
Okunur dillerde nazm-ı Kabûlî
Her demde şâd ola rûh-ı revânı
Niyâzî hakikat kılmada niyâz
Yûnus her dem eder keşif ile râz
Yok Eşrefoğlu'nun sözünde güdâz
Nutkî irşâd eder işiden canı
Şerifî değil mi cümleye üstad
Ol değil mi bizi eyleyen irşâd
Hâşimî şi'rine verdi özge tad
Birbirin yekreği Kandî, Lisânî
Evvel Kâtibî'den ¡delim âğaz
Kâmil’in sözlerin derûnuna yaz
Köroğlu çalardı perdesizce saz
Kuloğlu'nun belli nâm ü nişânı
Emirzâde evliyâya verdi şan
Bağzâde nüshasız olmazdı revan
Ahî ile Gedâyi de bir zaman
Bursa'da sürdüler dem ü devrânı
Bursalı Halil'de sâdedir lisân
Güzel medh etmede yok ana akran
Bir gün câm içerken sâkî-i devrân
Öldürüp zehr ile sundu Yegânî
Bir zaman gurbette sürüldü sefâ
Ayaklar altından geçti çok cefa
Nice şairlerin Dağlı Mustafa
Kopardı sözinen tozu dumanı
Öksüz Âşık deyişleri aseldir
Karacaoğlan ise eski meseldir
Ezgisi çığrulur keyfe keseldir
Biz şair saynıayız öyle ozanı
Deli Balta hasma gösterir hüner
Arapça sözlerle Urfe sefer (?)
Sipâhî'dir cümlesine ser nefer
Mekân tutup kıldı ol Karaman'ı
Belli dedikleri her câne kalmam
Bin cevap söylese aynıma almam
Kâmilin yanında bir nesne bilmem
Hele ben böylece ettim iz'anı
Der ki Âşık Ömer sade sözleriz
İlm-i hakikatte biz can özleriz
Postumuzun abdalıyız gözleriz
Tekye-i aşk içre yolu erkânı
BENLİ ALİ
Hece ve aruz vezinleriyle şiirleri bulunan Benli Ali’nin hayatı hakkında bilinenler çok azdır. 1664’te Fransızların Cezayir’e yaptıkları baskını anlatan şiirleri yaşadığı devri ortaya koymaktadır. Sun’î’ninTekerleme’sinde balıkçı olduğu yazılıdır.
Hızrî de, şairnâmesinde ondan söz eder.
Padişah'ım Cezayir'in
Yarar arslan yatağıdır
Zaviyesidir hem Resûl'ün
Gerçek erler otağıdır
Çoşar derya eser bâdı
Kılıç ile arar yâdı
Sedd-i İslâm'dır bir adı
Akdeniz'in bucağıdır
Allah olsun kîl ü kâlin
Lûtfu çoktur Bî-zevâlin
Cezayir yedi kiralın
Daim başı nacağıdır
Cezayir'in kahramanı
Kâfire vermez amanı
Severler Âl-i Osman'ı
Hacı Bektaş koçağıdır
Mekânıdır gerçek erin
Hak yoluna verir serin
Benli Ali şehitlerin
Bağ-ı Cennet durağıdır
ERCİŞLİ EMRAH
İki ünlü Emrah’tan daha yaşlı olanı hakkında bildiklerimiz son zamanlarda bir dereceye kadar artmıştır. Aralarındaki farkların kesinlikle ortaya konulmasından sonra her iki âşığımız gerçek hüviyetleriyle tanınmaya başlamıştır.
Ercişli Emrah’ın yaşadığından şüphe edenler de olmuştur. Ancak elimizde mevcut bir belgedeki, “Erciş Kubünde yetişmiş derd-i zâr ile bağrıyanık Karakoyunlu âşıklardandır” ifadesi, onun yaşadığının en güzel delilidir. Babası Âşık Ahmed’in şiirleri de günümüze kadar gelebilmiştir.
Aynı zamanda bir hikâye kahramanı olması, onun hikâyesinin anlatıldığı bölgeye göre değişik yerlere bağlanmasına yol açmıştır.
Babasından aldığı âşıklık bilgileri, onun sonu gelmez gezilerinde karşılaştığı âşıklar vasıtasıyla gelişmiş ve o, yüzyılın en saf, en duru, en güzel şiirlerini söyleyen âşıkları arasında yer almıştır.
Aruz vezni ile söylediği şiirinin olmaması, dilinin bütünüyle mahallî kelimelerle örülü olması belirli bir tahsilinin olmadığım ortaya koymaktadır. Bu özellikleri, onun Erzurumlu Emrah’tan ayrılmasını kolaylaştıran noktalardır. Ayrıca, onda din ve tasavvuf konularında söylenmiş şiirlerin olmaması da Erzurumlu’dan ayrıldığı bir noktayı teşkil etmektedir.
1986 yılında Erciş’te yapılan bir kazı sonunda, onun, Selvi’nin ve sazının çizgilerinin yer aldığı bir hece taşının bulunması, Emrah’la ilgili bazı soruların cevaplandırılmasını sağlamıştır.
Mevcut şiirleri, onun haklı bir şöhrete ulaşmasını sağlayacak güzelliktedir. Konuların mahallî söyleyişle zenginleştirilmesi, benzetmelerde tabiat güzelliklerinden faydalanılması onun başarısının sim olarak kabul edilebilir.
Şairnâmelerde görülen Emrah’ların hangisi âşığımızdır, bilemiyoruz. Ancak, Selvi ile ilgili hususların yer aldığı Feryâdî, İsmeti gibi şairlerin şairnâmelerinde anılan bu âşığımızdır.
Ellerin kırılsın hey naşi hoyrat
Sana kimler dedi boz menevşeyi
Nazik elinnen dermiş devşirmiş
Al yanah üstüne düz menevşeyi
Menevşe gül kohar dostun bağınnan
Bir öpüşün aldım al yanağınnan
Taramış zülfünü tökmüş sağınnan
Zülüfleri değer yüz menevşeyi
Bir bölüm sonalar yendiler bağa
Onlar sayasında bağa nur yağa
Dürse deste olur sarkar yanağa
Aşk ile devşirir kız menevşeyi
Menevşe açılır bahar yaz olur
Neden boynu eğri ömrü az olur
Seni devşirenin gamı şaz olur
Sıdk ile devşirip düz menevşeyi
Menevşe derede sümbül burçtadır
Kasapların gözü daim koçtadır
Gözel sever diye yiğit suçtadır
Bahar geçer koklar güz menevşeyi
Nice Süleymanlar tahta yerişti
Tahta yerişmedi bahta yerişti
Emrah da bir kötü vahta yerişti
Daha koklar mıyız biz menevşeyi
***
Bugün men bir gözel gördüm
Bahar cennet sarayınnan
Kamaştı gözümün nuri
Onun hüsn-i cemalınnan
Salındı bahçaya girdi
Çiçekler selâma durdu
Mor menevşe boyun burdu
Gül utandı hicabınnan
Bahçanın kapısın açtım
Sanasın cennete düştüm
Öptüm koçtum helallaştım
Buse aldım yanağınnan
Bahçanın kapısı güldür
Dalında öten bülbüldür
Emrah da bir edna kuldur
Bağışla geç günahınrıan
İki kaşları karanın
Ah elinnen dad elinnen
Zülfü siyah mahparanm
Ah elinnen dad elinnen
Ağ elleri nakışlının
Ağca ceylan sekişimin
Nergiz kimi kokuşlunun
Ah elinnen dad elinnen
Sefil Emrah şu sonanın
Yayladan göle konanın
Hem atanın hem ananın
Ah elinnen dad elinnen
***
Hey ağalar dad gaziler
Dağa kar düştü kar düştü
Uzak yerde yad ölkede
Yada yar düştü yar düştü
Gidin diyin anasına
Gelsin bahsin sonasına
Körpe kızın sinesine
Bi çüt nar düştü nar düştü
Emrah der yar sesledim
Uca dağlara yasladım
Zahmet verdim bağ besledim
Bağa har düştü har düştü
GAZİ ÂŞIK HASAN
Hayatı hakkında bildiklerimiz oldukça azdır. Ayrıca, ad benzerliği sebebiyle Alevî-Bektaşî şairlerinden Hasan Dede ile karıştırılması hayatının gün ışığına çıkmasını güçleştirmiştir. Tameşvarlı diye anılması, oralı olduğunun işareti olarak kabul edilebilir. Asker şairlerden olması, seferlerde saz çalıp şiirler okuması onun bir dereceye kadar tanınmasını sağlamıştır. Budin’in düşmesi (1686) üzerine söylediği “Budin Türküsü” şehzade meclislerinde bile söylenir olmuştur. Padişah huzurunda saz çalıp şiirler okuyan ender âşıklarımızdandır. Sultan II. Mustafa (1695-1703), saltanatının ilk yılında (22 Eylül 1695) Lugoş Kalesini zapt edince Âşık Hasan’ı huzuruna kabul etmiştir.
Emekli maaşı bağlandığı, iki yılda bir hacca gittiği, 1699’dan sonra vefat ettiği bilinenler arasındadır. Ömrünün son yıllarım Tameşvar'da geçirmiştir.
Şiirlerinden pek azı elimizdedir. Bunlardan hareketle duru bir dille ve sade söyleyişe önem verdiğini söyleyebiliriz.
Şairnâmelerde kendisiyle ilgili her hangi bir bilgiye rastlanılamamıştır.
Bugün ben bir güzel gördüm
Gül cemali ala benzer
Çıkmış bahçede salınur
Boyu selvi dala benzer
Boyu uzun beli ince
Memeler benzer turunca
Yanak lâle ağız gonca
Kaşları hilâle benzer
Bahçenizde biten badem
Sanma ki ben sana yâdem
Eğil gerdanından tadam
Âb-i şeker bala benzer
Bahçenizde biten üzüm
Sensin benim iki gözüm
Gerdanına yoktur sözüm
Bağdadî merale benzer
Bahçenizde bülbül öter
Âşık Hasan yanup tüter
Siyah kâkül gerdan örter
Lebi kevser bale benzer
Ne çeker kulların serhad ilinde
Bilinmez Hünkârım görülmeyince
Bunca memleketin kâfir elinde
Kaldı inanmadın ayrılmayınca
Kimi şehid oldu kimi giriftâr
Kâfirin elinde inler zâr zâr
Estergon’la Budin Eğreyle Uyvar
Ele girmez Şahım yorulmayınca
Gâziler başına takup çelengi
Kırardı Nemçe'yi Macar frengi
Neylesün kulların edemez cengi
Hâl ü hatırları sorulmayınca
Hasan der göklere çıkmıştır âhım
Huda'ın bağışlasun çoktur günâhım
Temeşvar kalasın bil Padişahım
Vermeyiz kâfire kırılmayınca
GEVHERİ
Adı Mehmed’dir. Doğumu, değişik yerlere bağlanmakla birlikte, kuvvetli bir ihtimalle İstanbulludur. Yüzyılın ortalarındaki mecmualarda şiirlerinin görülmesinden yola çıkan araştırıcılar doğum tarihi olarak yüzyılın ilk çeyreğinden biraz sonrasını ileri sürmektedirler.
Onun, İstanbul ve Bursa’daki divân kâtipliklerini, imparatorluğun diğer büyük memleketlerinde de kısa aralıklarla yürüttüğüne bakılırsa medrese tahsili gördüğü anlaşılmaktadır. Aruz ile yazdığı şiirlerindeki söyleyiş de bunun başka bir delildir. Ölümü 1127/1715’ten sonradır.
Ş. Elçin, bazı şiirlerinde geçen Hacı Bektaş adım, onun Hacı Bektaş Veli’ye intisabından çok bir Bektaşi muhibbi olmasının işareti olarak kabul eder.
Tameşvarlı İbrahim Naimeddin’in Hadikatü’ş-Şühedâ ve Müstakimzâde’nin Tuhfe-i Hattatın adlı eserinde adı geçmektedir. Musikî ile de ilgilenmiş olan Gevherî’nin kendi adım taşıyan bir de hava vardır.
Aruz ile yazdığı şiirlerinde başta Fuzûlî olmak üzere klasik şairlerimizin tesiri görülür. Yüzyılın başlıca adlarından biri olmasında, belki de, aruz veznini hece vezni kadar başarılı bir şekilde kullanan ender şairlerden biri olmasının da rolü vardır.
Usta bir âşık olması, onun sevilip örnek alınmasına vesile olmuştur. Pek az âşığa nasip olan bir husus da, sadece onun şiirlerine yer veren bir mecmuanın bulunmasıdır.
Şiirleri arasında çeşitli tarihî olaylara yer verenler de vardır. Avusturya’ya karşı açılan 1663 ve 1689 seferleri için söylediği şiirlerini bu arada sayabiliriz.
Şairnâme’lerden sadece Gubârî’de adı geçmektedir; Sun’î ve Hızrî’de ise Cevheri adıyla kayıtlı olan şairin Gevheri olması muhakkaktır.
Elâ gözlü nazlı dilber
Seni kandan sakınurum
Kandan değil hey efendim
Seni candan sakınurum
O yana bu yana bakma
Beni ateşlere yakma
Elini koynuna sokma
Seni senden sakınurum
Gevheri der ben bir merdim
Yüreğimden çıkmaz derdim
Sen bir kuzu ben bir kurdum
Seni benden sakınurum
***
Bu gün ben bir bağa girdim
Ne bağ duydu ne bağbancı
Gülün şeftalisin derdim
Ne bağ duydu ne bağbancı
Bağın duvarından aştım.
Kırmızı gülüne koştum
Öptüm sardım helâllaştım
Ne bağ duydu ne bağbancı
Bağın kapusunu açtım
Sanasın cennete düştüm
Doldurdum bâdesin içtim
Ne bağ duydu ne bağbancı
Seherin tan yeri attı
Bülbül elvan elvan ottu
Gevher? yükünü tuttu
Ne bağ duydu ne bağbancı
***
Dost bağının meyveleri erişti
Ayva benim alma benim nar benim
Çeşmım yaşı ummanlara karıştı
Cefâkârım sitemkârım var benim
Yedi derya boz-bulanık selinden
Halk-ı âlem âciz kaldı dilimden
Ben bülbülüm ayrı düştüm gülümden
Efgan benim matem benim zâr benim
Mâil oldum kisvesine tacına
Bend olmuşum siyah zülfü ucuna
Mansur gibi asılırım saçına
Kâkül benim perçem benim dâr benim
Gevher? der kime gönül katayım
Gevherimi nâdânlara satayım
Dost bağında bülbül gibi öteyim
Gülşen benim güller benim hâr benim
***
Şunda bir güzele gönül düşürdüm
Öpmeli koçmalı değmeli değil
Aşkın deryâsını boydan aşırdım
Karadır gözleri sürmeli değil
Dilber senin ile yiyüp içmedim
Yiyüp içüp ak göğsünü açmadım
Fırsat elde iken belin koçmadım
Beni öldürmeli düğmeli değil
Dilber haram olup yola durmuşsun
Cellâd olup câna başa kıymışsın
Kuzum bu gün al hâreler giymişsin
Göğsü sıra sıra düğmeli değil
Gevher? der yola durur varırlar
Adam öldürürler kana girerler
Çok güzeller gördüm zekât verirler
Zekâtsız dilberi sevmeli değil
***
Ah elinden zülf-i kemendim benim
Müjen urdu sinem yaralandı gel
Güzel başın içün ağlatma beni
Dilber gam başımdan aralandı gel
Gamdan hasar oldu mekânım yurdum
İşidüp âvâzım dinlemez virdim
Bir değil beş değil on değil derdim
Yaralar baş verdi sıralandı gel
Aceb gafil midir gelür mü Leylâ
Bu gam bu kasavet kalur mu böyle
Çok tuz ekmek yedik gel helâl eyle
Bu garibin gönlü zârelendi gel
Gevher? yâr gelür haftada ayda
Sevüp ayrılması vermeyor fayda
Başım yastıktadır gözlerim yolda
Gözümün beyazı karalandı gel
KATİBÎ
Hayatı hakkında bilgimiz çok azdır. Asker şairlerden olup adının Osman olduğu sanılmaktadır. Katıldığı bazı seferler münasebetiyle söylediği şiirlerden yaşadığı devri çıkarabilmekteyiz: İran (1635) ve Bağdat (1638) seferleri.
Kaynaklardan çıkarabildiğimize göre o, Sultan IV. Murad’m (1623-1640) yakınlığını kazanmış, belki de huzurunda saz çalıp şiir söylemiştir.
Hece ile söylediği şiirleri, aruzla yazdığı az sayıdaki şiirlerine göre daha başarılıdır. Açık bir dille ortaya konulan öncekilerde, samimi duygularının başardı bir şekilde ele alındığı görülür.
Evliya Çelebi, Seyahatnâme'sinde Itâkî adlı bir şair vesilesiyle Kâtibi’nin de adını anmıştır (Z. Danışman, 8, 140).
Âşık Ömer ve Sun’î’de yer alan Kâtibî’lerin şairimiz olduğu muhakkaksa da, Hızrî ve Gubârî’dekilerin hangi yüzyılın Kâtibî’si olduğu kesin olarak belli değildir.
Gurbet ile düştü yolum
Ağlayup gezer yürürüm
Efkâr ile deli gönlüm
Dağlayup gezer yürürüm
Oldum işimden âvâre
Yakarım sînemi nâre
Gönlümü zülf-i dilbere
Bağlayıp gezer yürürüm
Dağlar başı oldu yurdum
Günden güne artar derdim
Ben kara gözlümü gördüm
Sızlanup gezer yürürüm
Anlatamam melâlimi
Göz görmesin meralimi
Hâlden bilene hâlimi
Söyleyüp gezer yürürüm
Kâtîbî içelden câmı
Mest olup geçer eyyâmı
Şaşkın sel gibi müdamı
Çağlayup gezer yürürüm
Görüp cemâlini âşık olduğum
Hakkı bir bilürsen ağlatma beni
Uğruna serimi fedâ kıldığım
Hakkı bir bilürsen ağlatma beni
Bu güzellik bâkî kalmaz sevdiğim
Âşıkı ağlatan gülmez sevdiğim
İyilerden kemlik gelmez sevdiğim
Hakkı bir bilürsen ağlatma beni
İltifat etmeye gelsem yanıma
Müddeiler sitem eder canıma
Bedduâm alursun girme kanıma
Hakkı bir bilürsen ağlatma beni
Kâtibi der yavru öğüt tutmaz mı
Âşıkın dediği yola gitmez mi
Kara bağrım hûn eyledin yetmez mi
Hakkı bir bilürsen ağlatma beni
KAYIKÇI KUL MUSTAFA
Yüzyılın en güçlü âşıklarından biridir. Hakkındaki bilgileri, şiirleriyle bazı şairnâmelerdeki mısralardan çıkarabilmekteyiz. Garp Ocakları’na mensup asker bir şair olan Kayıkçı, pek çok seferlere katılmış, bu seferlerle ilgili şiirler söylemiştir. Bu şiirlerinden tarihe bağlanabilen ilki Murat Reis’in (1609) ölümüyle ilgili olanıdır. Bu da, on altıncı yüzyılın son çeyreğinde doğduğunun bir işareti olarak kabul edilebilir.
Şiirlerinin duru Türkçesi, akıcı üslûbu, onun başta Gevheri olmak üzere pek çok şair tarafından beğenilmesine vesile olmuştur.
Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme ’sinde hemen arka arkaya geçen Kayıkçı Mustafa ile Kayıkçılar Mustafası’ndan ilkinin Kul Mustafa olması daha kuvvetli bir ihtimaldir. (Z. Danışman, 8, 136).
Sun’î ve Hızrî’nin Şairnâme’lerinde, Şahın hizmetini gözlemesi ve şairler içindeki yerinin belli olduğu hükümleri yer almaktadır.
Yavrum câmın almış ele
İçtikçe güzel olursun
Bâdenin reng-i rûyüne
Vurdukça güzel olursun
Ne güzelsin bil kendini
Koçaydım ince belini
Âşıklar göğsün bendini
Çözdükçe güzel olursun
Mustafa e der hâlime bak
Âşıklar çağrışır elhâk
Sana doludan zarar yok
İçtikçe güzel olursun
Kalktı yelken eyledi Murad Reis
Baş başa düşmana varırın demiş
Vaktinize hazır olun gâziler
Ya ser verir ya ser alırın demiş
Biz şaşırttık öl düşmanın yolunu
Kimse bilmez gazilerin hâlini
Hazır edin kumandanın birini
Alurun yedekte sürürün demiş
Türk pirleri eydür kurtarın bizi
Biz de dedik Allah kurtarsın sizi
Ölenimiz şehit öldüren gâzi
Gün bu günkü gündür ururun demiş
Kul Mustafa'm dâim söyler özünden
Gaziler de cenk eylemiş yolundan
Koyverin Türkü bilek demirinden
Boyuna kuffârı ururun demiş
KOROĞLU
Hayatı hakkında bildiklerimiz pek azdır. Önceleri Köroğlu ile karıştırılmakta idi. Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’sinde Koroğlu ile Köroğlu’nun yan yana yer alması, her ikisinin ayrı birer şair olduklarının işareti olarak kabul edilmiştir (Z. Danışman, 8, 139). Dâvud Paşa’yı idamdan kurtarmak isteyen yeniçeriler arasında yer almıştır; bunların 1632’den itibaren ortadan kaldırıldıkları gözönüne alınırsa, onun da bu yıllarda ölmüş olacağı tahmin edilebilir.
İyi çöğür çalan, sade bir dille şiirler söyleyen Koroğlu’yu, günümüze kadar gelebilen şiirlerine bakarak başardı bir şair olarak kabul edebiliriz.
Şairnâmelerde kendisiyle ilgili her hangi bir bilgiye rastlanılamamıştır.
Gönül verdim bir hercâi zâlime
Kendüceğin benden sakınur oldu
Terahhum eylemek benim şimdi hâlime
Bana yadlar gibi bakınur oldu
Bir saat görmezsem aklım bulanur
Hâlimi arz etsem küser alınur
Bana karşı yadlar ile salınur
Sitem hançerini takınur oldu
Aman hey gamzesi cellâdım aman
Korkar oldum seni gördüğüm zaman
Kirpiğin ok etmiş kaşları(n) kemân
Her attıkça bana dokunur oldu.
Billâhi meleğim severim seni
İnsâf oldı yeter ağlattın beni
Bir gonca gül gibi kokmağa seni
Koroğlu der canım çekinür oldu
KULOĞLU
Hayatı Hakkındaki bilgilerimiz oldukça az olup onların da çoğu tahminlere dayanmaktadır. Asıl adı Mustafa olan Kuloğlu, Naimâ’daki kayıtlara göre, Sultan II. Osman’ın katlini gerçekleştirenlerden Dâvut Paşa’yı cellatların elinden kurtarmıştır. Öztelli, onun, Sultan IV. Murad’a (1623-1640) yakın olduğunu, Sultanın ölümünden sonra sürüldüğü Cezayir’den Sultan İbrahim’in ölmesi üzerine (1648) tekrar İstanbul’a dönebildiği görüşündedir.
Kuloğlu’nun aruzla da yazılmış şiirleri vardır. Sade bir dille söylediği âşık tarzı şiirlerinde daha başarılıdır. Sun’î de, şairnâmesinde onun şakıyan bir bülbül olduğunu söyler. Âşık Ömer’e göre ise o, “nâm ü nişânı” belli olan bir âşıktır.
Sultan Murad eydür: Şimdi zamane
Bize de kalmadı beyler elvedâ
Büküldü kâmetim döndü kemane
Gezüp seyrettiğim dağlar elvedâ
Ardımca gelen sevgili telekler
Tersine devretti çarh-ı felekler
Yeniçeri, sipâhiler solaklar
Önümce yürüyen kullar elvedâ
Hep kullarım alayıma dizilsin
Kullarımın esâmisi yazılsın
Tabutum düzülsün kabrim kazılsın
Varıp seyrettiğim çöller elvedâ
Ecelim yetişti yıldızım düştü
Dostlarım ağladı düşmanım güldü
Yapılan kadırgam deryada kaldı
Şu Malta'ya giden yollar elvedâ
Kuloğlu dostların yüzü ağ olsun
Düşman olanların bağrı dağ olsun
Kardeşim Sultan İbrahim sağ olsun
Oturduğu taht u saray elvedâ
***
Karşımda salınan dilber
Bakma beni ağlatırsın
Beni koyup yâd ellere
Gitme beni ağlatırsın
Şekerden şerbet ezerler
İnci tülbentten süzerler
İncili mercan dizerler
Dizme beni ağlatırsın
Boyun uzundur dal gibi
Emsem leblerin bal gibi
Bahçelerde bülbül gibi
Ötme beni ağlatırsın
Hoş çekeyim nazlarını
Gel öpeyim gözlerini
Kelp rakibin sözlerini
Tutma beni ağlatırsın
Bu Kuloğlu sana kuldur
Ta ezelden böyle yoldur
Ya azat eyle ya öldür
Satma beni ağlatırsın
ÖKSÜZ ÂŞIK
Geçen yüzyılın âşıklarından Öksüz Dede ile karıştırılması sebebiyle tanınması biraz daha geç olmuştur. F. Köprülü’nün haklı tereddütleri, yeni malzemelerle birleşince âşığımızın 17. yüzyılda yaşadığı ortaya çıkmış olur.
Adı Ali’dir. Tuna Hakkındaki güzel şiiri, onun o bölgede doğup büyüdüğünün, oralara karşı olan sevgi ve hasretinin işareti olarak kabul edilir. Âşık Ömer’in onu Karacaoğlan’dan üstün tutarak sözlerinin “asel” (bal) olduğunu söylemesi önemli bir noktadır.
Şiirlerindeki sade dil ve samimi üslûp onun sevilmesine ve şiirlerinin yayılmasına sebep olmuştur. Elimizdeki otuz kadar şiiri, daha çok sevgi konusunun işlendiği güzel örneklerdir.
Gül budamış dal dal olmuş
Menekşesi yol yol olmuş
Siyah zülfün tel tel olmuş
Biz şu yerlerden gideli
Gurbet ellere düşeli
Gül menekşeye karışmış
Küskün olanlar barışmış
Taze fidanlar yetişmiş
Biz bu yerlerden gideli
Gurbet ellere düşeli
Öksüz Âşık der bu sözü
Hakk'a çevirmiştir yüzü
Öldü zannettiler bizi
Biz bu yerlerden gideli
Gurbet ellere düşeli
Gelin hey ağalar seyrân edelim
Kemter gedâların yeridir dağlar
Ter sohbetler tenha zevkler edelim
Yoktur engellerden hâlidir dağlar
Bir yiğit ağlıyor varsa güledir
Eğlencesi boldur ferah(ı) boldur
Gönüllerden kasaveti kaldırır
Hûb havalı soğuk suludur dağlar
Cömerttir çamları döker balları
Irak ovalardan dosta selleri
Görünür üstünde yârin elleri
Yücedir yolları uludur dağları
Yaz olıcak yaylaları yen(i)lenür
Gider benefşesi gülü beğenür
Bunda derde düşen anda eğlenür
Mecnun âşıkın yeridir dağlar
Yaz olunca her donun yeniler
Akar çeşmim yaşı her dem yeniler
Öksüz Âşık eder durmaz iniler
Şimdi bencileyin delidir dağlar
SUNİ
Hayatı Hakkında hiçbir bilgimiz yoktur. Varlığını, 21 hanelik tekerleme adlı şairnâmesinden çıkartabilmekteyiz. Çoğu halk şairi olan 106 adın anıldığı bu şiirde, kendisinden,
Böyle şerh olundu defter-i uşşâk
Sun'î cümlesinin bir taht-gâhı
diye söz etmektedir. Gubârî’de ise hiçbir bilgi verilmeden adı sayılmıştır. Bize göre Sun’î henüz ele geçmemiş pek çok Şiiri olan, bir şairdir.
Medhini idelüm şâir olanın
Tekmil idi sözde evvelâ Âhi
Bu tarikat içre mâhir olanın
Biri de Kırım’da Koca Sipâhi
Rûmî'de ibaret Bî-hisâb idi
Kâtib hakikatda pür-cevâb idi
Pervizoğlu sözde bir kitâb idi
Var idi Coşkun’da sırr-ı İlâhi
Tabağoğlu hoş söylerdi kelâmı
Memioğlu idi aşkın gulâmı
Hüseyin'e irmiş Hakk'ın ilhamı
Gözler idi Kayıkçı hizmet-i Şanı
…………
Kızkapan'ın tab'ı bir deryâ idi
Kuloğlu şakıyan bir şeydâ idi
Budala da gayet pür-sevdâ idi
Üryan gezer idi Derviş ferâhî
…………….
Hancı Esir ibâretde ziyâde
Âşık Halil kalmış yayın küşâde
Çarkçı Halil de kâdir icâde
Tâlibi nevreste kaddî (Kaddî) sürâhî
Cevheri de kelâmında hoş mâhir
Remzî'nin icâdı okunur vâfir
Tüfekçi Ahmed kaldı Girit’de âhir
Kul Ahmet'in buldı ömri tebâhî
Bir kararda söyler idi Cennetî
Köçek Ali görüp nice izzeti
Çalup almasında hoşdur Kıymeti
Muhiddin gözlerdi devlet ü câhı
Dağlı Mustafa’nın sözi halınca
Âşık Mustafa da yollu yolunca
Yazıcı Mustafa irfân dilince
Kâmil idi hem anların eşbehı
Bilürsiz balıkçı ol Benli Ali
Kaldı Mağrip illerinde Hayâl?
Lâz Hasan, Urgancı Kâmî, Kemâlî
Kör Ömer'dir sâzendenin eslâhı
Cünûnî Meftuni Fedâyî yamak
Saka Hasan Nidâyî hem Kara Batak
Böyle şerh olundı defter-i uşşâk
Sun'î cümlesinin bir taht-gâhı
ŞAHİNOGLU
Hayatı hakkında pek az bilgimiz vardır. Bir şiirinde Sultan IV. Mehmed’in (1648-1687) tahta çıkışını öğdüğüne bakılırsa yüzyılın ilk çeyreğinde doğmuş olmalıdır.
Şiirleri, onun ordu mensubu bir şair olduğu hükmünü kuvvetlendirmektedir. Ayrıca Kaptan-ı derya Yusuf Paşa, Mûsa Paşa ve Deli Hüseyin Paşa ile ilgili mısralarından yola çıkarak Girit Savaşma (27 Haziran 1645) katıldığını da söyleyebiliriz.
Bazı şiirlerinde “Şahin” mahlasını da kullanan şairimizin adı hiçbir şairnâ-mede görülememiştir.
Garip garip öten bülbül
Sen âh it ben ağlayayım
Derdime derd katan bülbül
Sen âh it ben ağlayayım
Gonca güller deste deste
Gönderdiler anı dosta
Ben gurbette sen kafeste
Sen âh it ben ağlayayım
Yar bize hemdem olmadı
Hâtırım ele almadı
Gayri bir derman kalmadı
Sen âh it ben ağlayayım
Ayrı gitti dildârımız
Rûz u şeb artar zarımız
Şimdilik budur kârımız
Şen âh it ben ağlayayım
Şahin der gonça güldeyiz
Şakır öteriz dildeyiz
İkimiz de bir baldayız
Sen âh it ben ağlayayım
ÜSKÜDARÎ
Hakkındaki bilgilerimiz pek azdır. Asıl adı Ahmed olup mahlasından hareketle İstanbullu olduğunu söyleyebiliriz. Şiirlerinde tarihî olaylara temas etmesine ve kullandığı ifadelere bakarak bir ordu şairi olduğunu söyleyebiliriz. Şiirlerinde dikkati çeken bir husus da nasihat ve hikmet dolu sözlere yer vermesidir.
Şairnâmelerde kendisiyle ilgili her hangi bir bilgiye rastlanılamamıştır.
Dur a derviş dur a haber sorayım Tarikat ne erkân nedir yoi nedir Âşık isen gel haber ver göreyim Bülbül nedir gülşen nedir gül nedir
Bâd estikçe cûşa gelür bulanur
Ayağı yok Kaftan Kaf'a dolanur
Aslı birdir birbirine ulanur
Derya nedir ırmak nedir göl nedir
Yılda bir kez cûşa gelip akarlar
Zarplarıyla nice yarlar yıkarlar
Leyl ü nehâr Hak yüzüne bakarlar
Fırat Seyhun Ceyhun nedir Nil nedir
Gedâ olan mal ü mülke tâliptir
Kul olanlar özün gama saliptir
Üçü dahi birbirine galiptir
Gedâ nedir sultan nedir kul nedir
Üsküdârî'm deim Hakk'a şükreyle
Leyl ü nehar tevhid eyle zikreyle
Ârif isen bu suali fikreyle
Vechin nedir ya sağ nedir sol nedir
Sevdiğim derdinden Mecnûn olmuşum
Dil ü cânım sana verelden beri
Günden güne hazan gibi solmuşum
Mübârek cemâlin görelden beri
Yüzün gördüm aklım oldu perişan
Aşkın yeder beni keşan-ber-keşan
Kirpiğin okuna sînemdir nişan
Keman ebrûların kuraldan beri
Dün ü gün ağlarım gülemez oldum
Gözlerimin yaşını silemez oldum
Yitürdüm aklımı bulamaz oldum
Aşkın vücûdüme girelden beri
Bihamdillâh serden duman ref oldu
Yâr katında küstahlığım affoldu
Üsküdârî der kasâvet def oldu
Yârim hatırımı soraldan beri
YAZICI
Hayatı Hakkındaki çok sınırlı bilgiyi şairnâmelerden çıkarabilmekteyiz. Adı, Sun’i’de Mustafa; memleketi, Hızrî’de Bursa şeklinde geçmektedir. Âşık Ömer’e göre ise ölümü Bahr-i Sefid (Akdeniz)’de boğularak olmuştur.
Aynı yüzyılın ünlü şairlerinden Âşık Ömer ve Gevherî’ye yazdığı nazireleri vardır.
Bu gün bir dilberi gördüm
Acep hüsne ziyâ vermiş
Cemâlin seyreden âşık
Nice gamdan halâs olmuş
Yanağı verd-i ahmerdir
Dudağı âb-ı Kerserdir
Acâib hüsne mâlikdir
Ki Yûsuf'tan nişan vermiş
Güzellikte nâziri yok
Hilâl kaşlarına bir bak
Yaratmış kudret ile Hak
Cevâhirlik nişân vermiş
Yeter çok ağladın gülsen
Ne var bir hatırın sorsan
Yazıcı derdini görsen
Firâkından salâ vermiş
Ben bir melek sima gördüm
Ardı sıra eyledim hû
Pâyına yüzümü sürdüm
Eyledi bin naz ile gû
Kapısında kulu oldum
Yanında eğlenip kaldım
Lebinden bir buse aldım
Dedi böyle mi olur bu
Dağıldı serimde efkâr
Kılmaz oldum âh ile zâr
Beni gösterdi bu ağyâr
Dedi âşık geçinir şu
Yazıcı mâil sözüne
Hem elâ âhu gözüne
Cananım rakip yüzüne
Hışma gelip eyledi tû
TÜRK DİLİ DERGİSİ, HALK ŞİİRİ ÖZEL SAYISI