YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU HAYATI ve ESERLERİ
(1889-1974) Türk edip ve diplomatı.
27 Mart 1889'da Kahire'de doğdu. 1833'te Manisa'yı işgal eden Kavalalı İbrahim Paşaya yakınlık gösteren ve daha sonra hizmetinin karşılığı olarak Mısır'da onun konağına yerleşen Karaosmanzâdeler'den Abdülkadir Bey'in ve aynı konak mensuplarından İkbal Hanım'ın oğludur. Ailesinin Manisa'ya dönmesiyle (1895) Yakup Kadri burada Çaybaşı Feyziye Mektebi'nde öğrenime başladı (1901 -1903). Daha sonra İzmir İdâdîsi'nde okuduysa da (1903-1905) bitiremeden babasının vefatı üzerine annesiyle birlikte Mısır'a döndü. İskenderiye'de Fransız Frerler Mektebi'nde ve İsviçre Lisesi'nde okuyarak orta öğrenimini tamamladı (1908). II. Meşrutiyet'ten biraz önce ailesiyle Türkiye'ye gelip İstanbul'a yerleşti. 1908'de Mekteb-i Hukuk'a kaydolarak üçüncü sınıfa kadar okudu.
1916-1919 yıllarında İsviçre'de tüberküloz tedavisi gördü. İstanbul'a döndüğünde İkdam gazetesi yazarı olarak Millî Mücadele'yi destekleyen yazılar kaleme aldı. Daha sonra Ergenekon adlı kitabında toplayacağı bu yazılarından dolayı 1921'de Ankara hükümetinin çağrısı üzerine Anadolu'ya geçti. Savaştan sonra Tedkik-i Mezâlim Heyeti'nde görevli olarak Kütahya, Simav, Gediz, Eskişehir, Sakarya civarını dolaştı. Mardin (1923-1931) ve Manisa (1931-1934) milletvekilliği yaptı.
Milletvekilliği süresince Hâkimiyet-i Milliye, Cumhuriyet ve Milliyet gazeteleriyle imtiyaz sahipliğini yaptığı Kadro dergisinde edebî ve siyasî yazılar kaleme aldı. Kadro, Kemalist devrimleri yanlış yorumladığı ve temel ilkelerin saptırılmak istendiği iddialarından dolayı kapatıldı. Böylece Yakup Kadri 1934'ün sonlarından itibaren Tiran. Prag (1935-1939). Lahey (1939-1940). Bern (1942-1949). Tahran (1949-1951) ve tekrar Bern (1951-1954) elçilik görevleriyle "zoraki diplomatlık mesleğine girmiş oldu. 1955'te emekli olarak Türkiye'ye döndü. 27 Mayıs 1960 ihtilâlinden sonra kurucu meclis üyesi ve Cumhuriyet Halk Partisi Manisa milletvekili (1961) oldu. 1962'de Atatürk ilkelerinden uzaklaştığını ileri sürerek partisinden ayrıldı. 1965'te siyasî hayata tamamen veda etti. Son resmî vazifesi Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu başkanlığıdır. 13 Aralık 1974'te Ankara'da ölen Yakup Kadri, İstanbul-Beşiktaş'ta Yahya Efendi Mezarlığı'na defnedildi.
Yakup Kadri'nin edebî hayatı, İzmir İdadisi yıllarından arkadaşı olan Şehabeddin Süleyman'ın teşviki neticesinde Fecr-i Âtî'ye girmesiyle başlar. Yayımlanan ilk kalem tecrübesi Nirvana adlı piyesidir (Resimli Kitap, sy. 9, İstanbul 1909). Yazı hayatının başlarında daha ziyade tenkitleriyle tanınan Yakup Kadri'nin çeşitli yazıları Çığır, Dergâh, Genç Kalemler, Güzel Sanatlar Mecmuası, Hayat, İctihad, İnci, Jale, Meydan, Muhit, Musavver Muhit, Musavver Eşref, Musavver Hâle, Peyâm-ı Edebî, Nevsâl-i Millî, Resimli İstanbul, Rübâb, Servet-i Fünûn, Şebâb, Şiir ve Tefekkür, Tercüman, Tercümân-ı Hakikat, Türk Yurdu, Varlık, Yeni İstanbul, Yeni Mecmua, Yeni Nesil gibi gazete ve dergilerde çıkmıştır.
Yakup Kadri, yazı hayatının başlarında Fecr-i Âtî içinde bulunmaktan dolayı ferdiyetçi bir sanat anlayışına sahiptir. Ayrıca Yahya Kemal'in neo-klasik bir edebiyat ortaya koyma gayretlerinin neticesi olan Akdeniz havzası medeniyeti (nev-Yunânîlik) bir müddet onu da cezp etmiştir. Balkan Savaşı bu kanaatlerini epey sarsmakla birlikte asıl 1. Dünya Savaşınca vatan, emperyalist Batı'nın "kan veya yağmadan gözü dönmüş kurt sürülerinin saldırısına uğrayınca mukaddes ve bağımsız sanat davası yerine bir cemiyetin ve milletin malı olan sanatı benimsemiştir. Bu düşünceyle bilhassa romanlarında Sultan Aodülmecid devrinden 1950'lerin Türkiye'sine kadar geçen yüzyıl içindeki tarihî olayları ve sosyal değişmeleri ele almıştır.
Geniş kültür birikiminde birbirinden farklı pek çok şahsiyet ve akımın izleri bulunan Yakup Kadri'nin mensur şiir tarzı denemeleri başta olmak üzere eserlerinde tasavvufî hikmetler, Kitâb-ı Mukaddes'ten kıssalar. Yûnus Emre, Fuzûlî, Karacaoğlan gibi yerli şairlerin yanında Ibsen, Maeterlinck. Proust, Nietzsche, Bergson gibi Batılı yazar ve filozofların da tesirleri görülür. Kendisinin de kabul ettiği gibi Fransız realist ve natüralistlerini benimsemiş olan Yakup Kadri'nin romanları bu akımlara uygunluk gösterir. Bunlarda daima bozulan cemiyet ve fertleri konu almış, kahramanlarını da muhayyilelerinde canlandırdıkları ile cemiyet gerçeğinin çarpışmasından doğan hayal kırıklığına uğramış kişilerden seçmiştir. Bilhassa erkek kahramanların hayat karşısında bedbin, tatminsiz, hatta psikopat olmaları, hayatı ıstırap verici ve çekilmez kabul etmeleri daima kötüyü tahlile çalışan bu edebî akımlara uygun düşmektedir. Daha ilk hikâyelerinden başlayarak kötülüklere, musibetlere, günaha mahkûm, çoğunlukla irade yoksulu kahramanlar Yakup Kadri'nin mizacına uygun düşen fatalizmden kaynaklanmaktadır.
ESERLERİ:
Mensureler:
Edebiyât-ı Cedîde döneminde başlayan mensur şiir türünün XX. yüzyıldaki en önemli temsilcisi olan Yakup Kadri, çağrışım dünyası zengin kalem tecrübelerini Erenlerin Bağından (İstanbul 1338) ve Okun Ucundan (İstanbul 1940) adlı kitaplarında toplamıştır. Bunlarda kaderci, rind, isyankâr ve bedbin bir ruhun ifadeleri ahenkli bir Türkçe ile dile getirilmiştir. Tevrat. İncil, Kur'an, kısas-ı enbiyâ. Yunan mitolojisi. Fransız sembolist ve parnasyenlerinden değişik Türk ediplerine kadar yaygın etkilerin görüldüğü mensurelerinde dinî vecd yerine dinî kaynaklardan gelen duygu ve üslûp unsurları hâkimdir.
Denemeler:
Alp Dağlarından ve Miss Chaalfrin'in Albümünden (İstanbul 1942) adlı eserinin birinci kısmında bir Türk gözüyle Batı, ikinci kısmında Batılı gözüyle Doğu'nun kabataslak bir tablosu çizilmeye çalışılmıştır. Mektup tarzında kaleme alınan bu eserde yazarın Batılılaşma meselesiyle ilgili romanlarının fikrî cephesi hakkında da zengin malzeme vardır.
Romanlar:
1922-1956 arasında dokuz romanı yayımlanmış olan Yakup Kadri'nin bu eserlerinin en belirgin özelliği bir devir romanı (nehir roman) oluşudur. Zaman dilimi itibariyle bunların ilki, Jön Türkler'in Avrupa'daki macerasını bir dram şeklinde anlatan Bir Sürgündür (Ankara 1937). Dr. Hikmet, ideolojik açıdan düşünce yapısı açıklığa kavuşmamış bir aydın olarak kaçtığı Paris'te aradığını bulamaz. Oradaki Jön Türkler, Avrupa kamuoyuna açılmak yerine birbirleriyle boğaz boğazadırlar. Aslında gözü kapalı bir Avrupa medeniyeti hayranlığı, bu medeniyete dair kalıplaşmış birtakım kanaatler içindeki Jön Türkler, bütün Frenkperestliklerine rağmen Avrupalının pek de umurunda değildir. Şarklı simalar onlara insanlık namına âdeta bir vicdanî huzur ve emniyet verir. Fakat Jön Türkler'in bu gibi vicdan muhasebelerinden bir uyanış değil ikiliğe yenik düşme neticesi çıkar. Dr. Hikmet'le yazar arasındaki bazı benzerliklerden dolayı eserin otobiyografik olduğu ileri sürülmüştür. Aslında onun bütün romanlarında yazar-kahraman yakınlığı vardır.
Hep O Şarkı'nın (İstanbul 1956), Sultan Abdülmecid'in onuncu cülus şenliğinde doğan kahramanı Münire. II. Abdülhamid devrinin yirminci yılını yaşamaktadır. Batılılaşma'nın doğurduğu yozlaşmanın başlangıcı olan bu yıllarda geçen bir yasak aşkın hikâyesi gibi görünen eserde sosyal plandaki çürüme ve çöküş anlatılmaktadır. Paşa kızı olarak dünyaya gelen Münire, kendisinin hiçbir emeği olmadan refah içinde okuduğu romanlarda avuntu arayarak, roman kahramanlarıyla bütünleşerek yaşamış, hayata bakışı okuduğu romanlarla sınırlı fakat kendine göre kültürlü biridir. Ancak bu kitabî kültür ona ülkesinin Sivas. Van gibi şehirlerinin nerede olduğunu ve İstanbul'a uzaklıklarını öğretememiştir.
Yanlış Batılılaşma'nın toplumdaki en büyük tahribatı olan nesil çatışması en kesif şekilde Kiralık Konak'ta (İstanbul 1338) dile getirilmiştir. Konak, geleneği ve tarihî birikimi olan bir yaşayış tarzının mekânı olarak temsili bir değere sahiptir. Etrafına karşı itaatkâr, hürmetkâr ve müşfik olan Naim Efendi ile eşi Selma Hanım. Cihangir'deki konaklarında an'anevî bir hayat yaşarken oğulları Servet Bey ile her türlü kayıttan âzâde torunu Selma Hanım konaktan nefret ederler. Servet Bey Şişli'de bir apartman dairesine taşınır. Böylece romanda hem geniş hem dar mekânların (Cihangir/konak-Şişli/apartman dairesi) birbiri karşısındaki tezadı çerçevesinde iki ayrı medeniyet anlayışı ve iki ayrı neslin dramı anlatılmıştır.
Mütâreke yılları İstanbul'unu anlatan Sodom ve Gomore (1928) Kiralık Konak'ın devamı görünümündedir. Batılılaşma yozlaşması Kiralık Konakta hızlanmış, Sodom ve Gomore'de ise toplumu yok oluşa sürüklemiştir. Yazar bu ismi niçin seçtiğini romanın başında, "Sodom ve Gomore Lût ve İbrahim devrinde Filistin diyarının türlü ahlâk bozukluklarıyla Tanrı'nın gazabına uğramış iki büyük şehridir. (...) İşte İstanbul düşman işgali altında iken romanın yazarına böyle görünmüştü" cümleleriyle açıklamıştır. Nitekim roman kahramanları şehvetle kaynayan, sapık ilişkilerin girdabında, yalnızca bedenî hazlar için yaşayan, milliyet hissinden tamamen uzak kimselerdir. Bunlar, alafranga züppeliği düşmanla iş birlikçiliğe vardırmış Batı hayranlarının en uç noktada bulunanlarıdır.
Nur Baba (İstanbul 1338) ve Hüküm Gecesi (İstanbul 1927) aynı yıkımı müesseselerden hareketle ortaya koymaya çalışır. Nur Baba, Osmanlı askerî sisteminin temelinde önemli rolü olan Bektaşî tekkelerinin aslî fonksiyonundan uzaklaşmasını. Hüküm Gecesi, demokratik teamülleri gelişmemiş parlamenter sistemin yozlaştırılmasını konu edinir. Afur Babadaki Bektaşî tekkesi artık eskisi gibi ilâhî aşkla ruh terbiyesi veren bir müessese değil cismanî aşk ve şehvet merkezidir. Hüküm Gecesi'nde ise siyasî iradeyi ele geçiren İttihat ve Terakkî'nin despotizmi eleştirilmiş, onun karşısındaki İtilâf ve Hürriyet Fırkası'nın da aynı hamurdan olduğu vurgulanmıştır.
Osmanlı toplumundaki çürümeyi şehir hayatı çerçevesinde Millî Mücadele yıllarına kadar getiren romana Yaban'da (İstanbul 1932) mekân olarak köyü seçmiş ve aydın-köylü (halk) anlaşmazlığına temas etmiştir. Cumhuriyet Halk Partisi 1942 roman ödülünde ikincilik kazanan Yaban, topyekün millet için ölüm-kalım savaşı olan Millî Mücadele'de köylüyü şuursuz, hatta aleyhtar gösterir ve toplumun her tabakasında köklü bir değişimin kaçınılmaz olduğu mesajını verir. Yakup Kadri. Yaban’ı yazdığı sıralarda "halk için halka rağmen inkılâp" isteyen Kadro hareketinin önemli isimlerindendi. Yaban’daki köy Osmanlı'nın son kırıntısıdır. Romanın sonunda köyün bütün sefaletiyle geriye çekilmesi, buna karşılık Ankara'dan gelen sesin gittikçe güçlenmesi Yakup Kadri'nin beklediği devrimlerin sembolü gibi görünmektedir.
Ankara (Ankara 1934) Millî Mücadele'yi başarmış, şimdi yeni bir toplum meydana getirecek olan aydın kadronun ferdî çıkar ilişkilerinden dolayı içine düştüğü çelişkileri hikâye eder.
Şapka kanunundan çok partili hayata kadarki zaman diliminin romanı olan Panorama (I-II. İstanbul 1953-1954). Cumhuriyet yıllarında yapılan inkılâpların kökleşemediği teziyle siyasî ve içtimaî hayattaki tezatları işlemektedir.
Hikâyeler:
Yakup Kadri'nin hikâyeciliğini iki döneme ayırmak mümkündür. İlk dönemde Fecr-i Âtî yazarı olarak kaleme aldığı Bir Serencam (İstanbul 1330. 1943) ve Rahmet’teki (İstanbul 1338) hikâyeler Edebiyât-ı Cedîde zevkini ve anlayışını yansıtır. Sanatın şahsî ve muhterem olduğuna inanan yazar bu hikâyelerde ferdî ve ailevî konuları işler. Bunlarda cemiyet- fert çatışması esastır ve ferdî hürriyet sosyal baskı karşısında daima zavallı bir kavram olarak kalır. Sanat anlayışında köklü bir değişime yol açan siyasî ve sosyal problemler ikinci dönemdeki hikâyelerinin konularını da değiştirir. Yakup Kadri, Millî Mücadele yıllarında düşman mezaliminden çok canlı sahneler taşıyan Millî Savaş Hikâyeleri'nde (İstanbul 1947) artık ferdî ıstıraplardan sıyrılarak toplum meselelerine yönelir. İzmir'den Bursa'ya (1338. H. Edip Adıvar. F. Rıfkı Atay, M. Asım Us ile), Tedkîk-i Mezâlim Heyeti adına Millî Mücadele sırasında Batı Anadolu'daki Yunan zulmünü sergilemek için kaleme alınmış hikâyelerden meydana gelmiştir. Kitapta Yakup Kadri'ye ait beş metin vardır. Kurtuluş Savaşı ile alâkalı bu iki kitaptaki hikâyelerde Bir Serencam'da kısıtlanan ferdî hürriyetin yerini yok edilen insanlık duygusu alır. Yakup Kadri'nin içtimaî ve millî meselelere yönelişi 1916'dan itibaren yayımladığı diğer hikâyelerinde de görülmektedir. Kitaplarına girmeyen yirmi hikâyesi Niyazi Akı tarafından Hikâyeler (1985) adıyla yayımlanmıştır.
Tiyatro Eserleri:
Dergilerde kalmış ilk eserleri olan. Ibsen etkisinin görüldüğü Nirvana (1909) ve Veda (1909) piyeslerinde içki ve sefahatin aile müessesesini nasıl yıktığı üzerinde durulmuştur. Sağanak'ta (1929) inkılâpları ve kadının sosyal hayata girişini küfür olarak nitelendiren muhafazakârların idamla sonuçlanan davranışları anlatılır. Yazarın son piyesi Mağara'da (1934) kaderin engellediği bir aşk anlatılmıştır. Bu piyeslerin tamamı Niyazi Akı tarafından Tiyatro Eserleri (1983) adıyla tek ciltte toplanmıştır.
Hâtırat:
Yakup Kadri, çocukluğundan başlayarak siyasî hayatının sonuna kadarki hâtıralarını konu bütünlüğü içinde beş kitapta toplamıştır. Bunların ilki çocukluk ve ilk gençlik yıllarına ait Anamın Kitabı'dır (İstanbul 1957). Burada aile çevresini, Mısır, Manisa ve İzmir'de geçen yıllarını hikâye ederken kendi mizacı ve yetişme tarzı hakkında da ipuçları verir. İzmir'deki idâdî yıllarıyla biten eseri, aynı günlere uzanan edebiyat merakı ve yazarlığa başladığı II. Meşrutiyetin biraz öncesinden itibaren tanıştığı ediplerle ilgili Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (Ankara 1969) takip eder. Olayların değil edebî şahsiyetlerin odakta bulunduğu eserde yakından tanıma tarihlerine göre sıraya koyarak Mehmed Rauf, Şehabeddin Süleyman. Refik Halit Karay, Ahmed Hâşim, Yahya Kemal Beyatlı, Süleyman Nazif, Abdülhak Şinasi Hisar, Abdülhak Hâmid Tarhan, Tevfik Fikret ve Halide Edip Adıvar'ı anlatırken II. Meşrutiyet "ten Cumhuriyet'e kadarki edebî ve fikrî yönelişlerin de boşlukları bol bir panoramasını çizer.
Vatan Yolunda (İstanbul 1957) Millî Mücadele hâtıralarıdır. İkdam'daki başyazılarıyla Millî Mücadele'yi destekleyen bir gazeteci olarak Mustafa Kemal'in yakınında bulunan yazar bu döneme ait hâtıralarında onu mihver almıştır. Politikada 45 Yıl'ın (1968) odağı ise İsmet İnönü'dür. Burada, Cumhuriyetin kuruluşundan 1968'e kadarki dönemin siyasî olay ve şahsiyetleri hakkında politik hırs ve oyunları anlamakta güçlük çeken bir romancının değerlendirmeleri yer alır. 1934-1954 yıllarında kendi arzusu dışında Arnavutluk. Çekoslovakya. Hollanda, İsviçre ve İran nezdinde Türkiye'yi temsile mecbur edilen Yakup Kadri, bu ülkelerin genel durumu ile bürokrat ve siyasetçilerine dair intibalarını ise Zoraki Diplomat'ta (İstanbul 1955) anlatır. Bu eserlerde, tarihe şahitlik edecek bir kalem yerine günlük hayatın ayrıntılarında gizli olanı yakalamaya çalışan bir romancı tavrı vardır.
Monografiler:
Yakup Kadri'nin Ahmed Haşim'i (Ankara 1934) aynı edebî zümre (Fecr-i Âtî) içinde yer aldığı bir edibi. Atatürk ise (İstanbul 1946) uzun müddet yakınında bulunduğu, ilke ve inkılâplarını samimiyetle savunduğu bir devlet adamını hâtıraları çerçevesinde anlatması bakımından önemlidir. Yazarın bunlardan başka Kadınlık ve Kadınlarımız ile (1923) Seçme Yazılar ( 1928, F. Rıfkı Atay ve R. Eşref Ünaydın ile) adlı iki eseri daha vardır. Yakup Kadri'nin kitap halindeki eserleri Atila Özkırımlı (iki cildi Niyazi Akı) tarafından çeşitli notlar, açıklamalar ve bazı değerlendirmelerle birlikte genel bibliyografya eklenerek yeniden yayımlanmıştır. Ayrıca kitaplarına girmemiş pek çok yazısı mevcuttur.
BİBLİYOGRAFYA:
A.Tıetze. "Karaosmanoğlu Y. Kadri", DOL, III, 99; İsmail Hikmet Ertaylan. Türk Edebiyatı Tarihi, Bakü 1926, III. 29-37; Hasan Âli Yücel. Edebiyat Tarihimizden, Ankara 1957, s. 1-8, 44-47, 76-85; Niyazi Akı. Yakup Kadri Karaosmanoğlu: İnsan-Eser-Fikir-Üslûp, İstanbul 1960; Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, İstanbul 1960, s. 102-106; Aytekin Yakar, Türk Romanında Mitli Mücadele, Ankara 1973, s. 114-117; Yaşar Nabi Nayır. Dünkü ve Bugünkü Edebiyatçılarımız Konuşuyor, İstanbul 1976, s. 7-13; Kenan Akyüz. Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri: 1860-1923, Ankara 1979, I, 164, 178-180; Nihad Sami Banarlı. Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1979, II, 1201-1205; A. Ferhan Oğuzkan. Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Hayatı, Sanatı, Eserleri, İstanbul 1979, s. 3-28; Fethi Naci. 100 Soruda Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme, İstanbul 1981. s. 52-58, 93-96. 99-103, 141 -144, 202-209; Berna Moran. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İstanbul 1983,1, 151-169; Cevdet Kudret. Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman -II: Meşrutiyetten Cumhuriyete: 1911-1922.İstanbul 1987, s. 110-121, 130-149; Şerif Aktaş. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara 1987; a.mlf.. "Yakup Kadri Karaosmanoğlu", Büyük Türk Klâsikleri, İstanbul 1992, XII, 166-172; Doğumunun 100. Yılında Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İstanbul 1989; Himmet Uç. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Romanlarında Şahıslar, Erzurum 1990; İnci Enginün. Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul 1991, s. 94-119, 295-321,474-493; a.mlf.. "Karaosmanoğlu, Yakup Kadri", TDEA, V, 185-189; Ahmet Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı: 1923-1950. Ankara 1993, s. 925-950; Bilâl N. Şimşir. Bizim Diplomatlar, Ankara 1996, s. 487-507; Necdet Bingöl. "Yakup Kadri'nin Beş Romanında Fransız Realist ve Natüralistlerinin Tesirleri", DTCFD, 1111 1944). s. 9-20; G. E. Carreto. "Yakup Kadri (1887-1974)", OM, sy. 5-6(19751. s. 193-195; Mehmet H. Doğan. "Türk Romanında Kurtuluş Savaşı", TDl, sy. 298 (1976). s. 7-40; Selim İleri, "Yaban Üzerine", a.e., sy. 298(1976). s. 50-56; a.mlf., "Karaosmanoğlu, Yakup Kadri", DBİst.A, IV, 461-462; Kamil Yiğit. "Tek Parti Yönetiminin Kuruluşunda Aydınların Rolü ve Yakup Kadri Örneği", İzlenim, sy. 1, İstanbul 1992, s. 88-91; Orhan Okay. "Türk Romanında Köy Gerçeği ve Yaban", Yedi İklim, sy. 67, İstanbul 1995, s. 5-10; Fethi Tevetoğlu. "Karaosmanoğlu, Yakup Kadri", TA, XXI,
Nazım H. POLAT, DİA, cilt, 24
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR:
YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU-2
Selahattin ARSLAN
Yakup Kadri, Yaban’ıyla Avrupa’nın artık
ihmal edemeyeceği şayanı dikkat bir sima olarak
Garp edebiyatının forumuna ayak basıyor.
Das Deutsche Wort
İlk yazılı örneklerinden günümüze uzanan edebiyat yapımızın büyük taşlarından biridir Yakup Kadri Karaosmanoğlu. Doğrusu ya “Kiralık Konak”sız, “Yaban”sız, “Sodom ve Gomore”siz, “Bir Sürgün”süz, “Ankara”sız, “Zoraki Diplomat”sız, “Politikada 45 Yıl”sız ve “Hep o şarkı”sız bir Türk edebiyatı, bugünkü zenginliğine ve çeşitliliğine ulaşabilir miydi?
Gerçekten, Halide Edib’le, Yakup Kadri’yi aynı yazıda ele almak gerekirdi. Çünkü, birisini anlatırken diğerini anmamak pek mümkün ol(a)mıyor. İkisi de İstanbul’dan yola çıkıp Ankara’ya gelerek, Kurtuluş Savaşı’nın bir büyük eksiğini tamamlamış, savaşın kalemle verilen mücadele kolunu oluşturmuştur. Anadolu basınının gücü ve etkinliği en başta onların kalemiyle ağırlık kazanmış, Kuvvacıların, güttüğü amaçta haklı ve kararlı oldukları, yerli olsun yabancı olsun, bütün sağır vicdanlara olanca lirizmiyle anlatılmıştır.
İkisi de “Yunan mezalimini” yerinde görmek üzere savaş bölgelerini kent kent, köy köy dolaşmış, bu dramatik görüntüler; birisine, “Türk’ün Ateşle İmtihanı”yla “Vurun Kahpeye”yi yazdırırken, diğerine “Millî Savaş Hikâyeleri”ni ve “Yaban”ı kaleme aldırmıştır. Denilebilir ki bugün, bundan şu kadar yıl önce yapılmış ve adına Kurtuluş Savaşı denilen efsaneyi, onurla ve ibretle yaşatıyorsak, bunu bir ölçüde adı geçen iki yazarın âdeta anıtlaşmış kalemlerine de borçluyuz.
İki yazar arasında bir başka ortak yön de giderek tezli romana yönelmeleridir. Adıvar, Sinekli Bakkal başta olmak üzere Doğu kültürüyle Batı düşüncesinin ortaklaşa yeni ve sağlıklı toplumu kuracağına yönelik romanlar yazar, makaleler yayımlar.
Karaosmanoğlu, bu konuda işi çok daha ileriye götürür. Her eseri, yeni bir tezin savunucusu, kanıtı durumundadır. Tanzimat toplumundan tutun da 1950’lere kadar Atatürk Türkiyesini kapsamına alan romanlarında titiz, gözlemci, gerçekçi, yorum getiren bir toplumbilimci buluruz. Türk insanının, 19.yüzyılın ortalarından 20.yüzyılın ortalarına kadar geçirdiği sosyal değişimleri, sarsıntıları ve bunların beraberinde getirdiği yaşayış, düşünüş farklılıklarını ve yine bu farklılıkların getirdiği çatışmaları işleyerek, bir bakıma o, Türk toplumunun başından geçenleri de romanlaştırdı. Yazar; “Bir Sürgün”de II.Abdülhamitli günleri, “Hüküm Gecesi”nde II.Meşrutiyeti’i, “Yaban”da Kurtuluş Savaşı yıllarını, “Ankara”da Cumhuriyeti’n ilk 10 yılını, “Panaroma”da 1928-1952 yılları arasını anlattı. Bunun en güzel örneği, dede-oğul-torun üçlüsünün yaşadığı kuşaklar çatışmasını işleyen “Kiralık Konak”tır. “Yaban” adlı romanında da “aydın-köylü” çatışmasını acımasız boyutlarıyla verir.
Düşünceye ve teze dayalı bu eserler, ister istemez, yazarın sanat anlayışında çok köklü değişiklikler yaptı. Bireyci anlayışla, 1909 yıllarında Fecr-i Âticilere katılan ve bağlı olduğu topluluk gibi “Sanat, şahsî ve muhteremdir.” yani sanat sanat içindir diye düşünen ve bu görüşün en ateşli savunucusu olan Karaosmanoğlu, ilkin buna uygun eserler verdi. “Erenlerin Bağından” adlı mensur şiir denemelerinde olduğu gibi bireysel duygularını dile getirdi. Bu tür eserlerinde doğal olarak daha çok romantizm akımının etkisinde kaldı.
Ancak, Balkan Savaşı’nda yaşanan acı hikâyeler ve I.Dünya Savaşı’nın olanca acımasızlığı karşısında, “Sanat şahsî ve muhteremdir.” diyemedi ve bunu bencillik saydı. O da Stendhal gibi “Roman, yol boyunca gezdirilen bir aynadır.” diye düşündü, böylece elinde tuttuğu ve hep kendi yüzünü izlediği bu aynayı, topluma çevirdi. Artık realist ve natüralist bir yazar olma yolundaydı ve gerçekçiliğin, gerçekleri olduğu gibi sunmak anlamına gelmediğini biliyordu. Balzac’ın, “Sanatın ödevi, doğayı kopya etmek değil, doğayı ifade etmektir.” demiş olmasının ne anlama geldiğini de çok iyi biliyordu. Flaubert, Maupassant gibi Fransız yazarlarının yabancısı değildi.
Çünkü sanat eserini yorumlayışı oldukça anlamlıdır:
“… Bir sanat eserinin alelâde bir tabiat ve cemiyet kopyası olduğu manası çıkarılmamalıdır. (…) İyi romanın birinci vasfı bir şahsiyetin, bir mizacın ifadesi olmaktır. İyi bir romanda tipler, vakalar tamamı tamamına hayatta oldukları ve cereyan ettikleri gibi değil, sanatkârın kafasındaki “kompozisyon” hususiyetlerine göre şekil ve mahiyet alırlar. (…) Hayatın tıpa tıp kopyası olmakla kalan romanlar, roman tarzının en müptezel örnekleridir.”
Karaosmanoğlu, bu söylemiyle bir bakıma sanatçının; sanat tutumu, sanat anlayışı gibi konularda, dönemiyle barışık olması gerektiğini gösteren 85 yıllık bir ulu çınardır.
1889 Kahire doğumlu olan Karaosmanoğlu, gerçek memleketi olan Manisa’da dal budak salmış, İstanbul’da ilk meyvelerini vermiş, Ankara’da güneşe çıkmış, 1934’ten 1954’e kadarki 20 yıllık elçilik yaşantısında gözlemleriyle gücüne güç katmış ve yazının en başında söylediğimiz gibi edebiyat yapımızın büyük taşlarından birisi olmuştur.
Karaosmanoğlu’nun bu yazgısı, onun sanat tutumlarını etkilerken çok doğal ve kaçınılmaz olarak dil anlayışını da değiştirmiştir. “Sanat, şahsî ve muhteremdir.” diye düşündüğü günlerde, kullandığı dilin, toplumun en geniş kesimlerince anlaşılması gerektiğini düşünmemiştir. Sanat “şahsî” olduğuna göre, bireyci tutumda buna gerek de yoktur ve dil araç olduğu kadar da amaçtır, sanat yapmanın ta kendisidir. Karaosmanoğlu, bu bakış açısında kaldığı süre, dilde yalın değildir. İşte “Baskın” adlı öyküsünden bir cümle:
“İzmir İdadisi’nden karib-ül âlâ bir şahadetname ile çıkıp İstanbul’da mekâtip-i âlîye kapılarında hacaletâlud inhizamlara uğramasına ve (…) fenâ bir tesâdüfün sevkıyle Aydın Vilayeti’nin hiç de neş’e-âver olmayan bu sıkıntılı köşesine sürüklenip mâdâm –el-hayat…”
Bu dille, toplumun her kesimine ulaşamayacağını giderek anlayan yazar, sonradan yazdıklarını gözden geçirip yalınlaştırmıştır. “Bir Tercüme-i Hâl” adlı öyküsünden buna bir örnek:
“Ortada, esir ve bend-i kayd olmuş, cesîm kuşlara benziyen, mecrûh-pâ iki kadın yürüyordu. (…) Mirkaçat-ı tebgüdaz-ı hayâtının kırk sekizinci kademesinde, sekte-i kalbiyeden vefat etti.”
Yazar, bu cümleleri sonradan yalınlaştırarak şu duruma getirir:
“Ortada, bir avcı kemendine tutulmuş cesim kuşlara benzeyen iki kadın yürüyordu. (…) Dik ve yorucu hayat merdiveninin kırk sekizinci kademesinde, yorgun, kalp sektesinden vefat etti.”
Bir varsayım ama yazar, yaşasaydı da bu yalınlaştırmayı bugün yapsaydı, umarız ki “kement” “cesim” “sekte” sözcüklerini de Türkçeleştirirdi. Çünkü Ömer Seyfettin’in “Şimdi yeni bir hayata, yeni bir intibak devresine giren Türklere (…) kendi lisanları lâzımdır.” demesinden 11 yıl sonra Yakup Kadri de onun gibi düşünüp şunları söylüyor:
“Kim ne derse desin, eski Osmanlıca artık yeni Türkiye’nin lisanı olamaz.”
Bununla birlikte Karaosmanoğlu’nun dili üstünde çalışanlar onun, eski sözlere olan düşkünlüğü yüzünden, konuşma dilini tam olarak kullanamadığını söyler.
Buna karşılık Karaosmanoğlu’nun anlatımını hemen herkes çekici ve doyurucu bulur. Bu anlamda Yakup Kadri, iyi bir söz ustasıdır. Tasvirleri, portreleri o denli özgündür ki bunları onun kaleminden okumanın tadına doyum olmaz.
Bakınız, Tiran’daki acemi diplomatlığını şu satırlarda ne güzel veriyor:
… “Bu ziyaretler bir de baktık ki Tiran’da, mutlaka çizgili pantolonlu bonjur ve silindir şapka ile yapılması lâzım gelirmiş. Bu benim için de lüzumundan fazla iddialı bir “merasimperestlik”ti. On beş günümü bu yüzden, hep giyinip soyunmakla geçirdim. Her sokağa çıkışımda kendimi bir panayır oyuncusundan farksız buluyor hâlime gülmekten katılasım geliyordu.”
Tasvirleri o denli canlıdır ki anlatılan yerleri gözlerinizle görür gibi olursunuz:
“Öyle ki arabalarımıza binip Tiran yoluna revan olduğumuz zaman, âdeta kır gezintisine çıkmış bir aile hâlinde idik. Ne hoştu, Draç’la Tiran arasındaki bu yol… Tıpkı bizim Ege illeri yollarına benziyordu. Hafif inişler yokuşlar, serin derecikler, sağlı sollu küme küme korular, beyaz badanalı evleriyle küçük küçük köyler, bana hep çocukluğumun geçtiği o yerleri hatırlatıyordu. Elimi, otomobilin penceresinden uzatıp her yanı okşayasım geliyordu. Hele, bazı köylerin yakınlarından geçerken bize gülümseyerek bakan beyaz donlu çocukların yuvarlak, kumral kafaları, pos bıyıklı ihtiyar çobanların keçi sürüleri arasından seğirtip yol kenarında selâma duruşları, beni, büsbütün içlendiriyordu.”
Karaosmanoğlu, Monografi türünde iki eser verdi: Atatürk, Ahmet Haşim… Bence bu eserleri okumadan Yakup Kadri’nin “portre çizme”deki gücü ve ustalığı anlaşılamaz. Makalelerini içeren “Ergenekon”da da yer yer bu portreler ilgimizi çeker. İşte Yakup Kadri’den zarif bir Atatürk portresi:
“Mustafa Kemal Paşa sivil giyinmiş, orta boylu, zayıf ve sarışın bir zattır. Gazetelerde gördüğünüz resimlerden hiçbirine benzemiyor. Kendisi bu resimlerin hepsinden daha sevimli, daha canlı, daha ayrı bir simadır. (…) Elmacık kemikleri çıkık, ağız kemikleri kuvvetli ve alnı serttir. Ve bu yüzün umumî görünüşünde çok zahmet çekmiş , çok uğraşmış, çok düşünmüş kimselerin yüzündeki ifade var; fakat hiçbir yorgunlu belirtisi gözükmemek şartıyle… Kısık ve sıcak bir sesle konuşuyor, (…) İnce, uzun parmaklı elleri durmadan iri taneli bir kehribar tespihle oynuyor. Bu tespihi kâh bileğine geçiriyor, kâh bir ucundan tutup çeviriyor, sağdan, sola, soldan sağa sallıyor.”
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, yaklaşık bir asra varan ömrü göz önüne alınırsa, çok yazan bir yazar olmadığı söylenebilir. Yirmi kadar olan bu eserler, bu uzun ömre vurulduğunda, 3-4 yıla bir eser düşer ki çok değildir. Ancak edebiyat tarihi, bu tür yazarların verdiği eserleri, sayıca değil, oluşturduğu sanat ve düşünce ortamıyla, yönlendirdiği olayların toplum hayatındaki tutarlılık oranıyla değerlendirmek ve ölçmek alışkanlığındadır. Bu ölçülerce, Yakup Kadri’nin günümüze yüz akıyla geldiğini söylemekte bizce hiçbir sakınca yoktur. Yarınlara mı dediniz? Ona da yarınlar karar verecektir; yarınların yeni kuşakları, yeni okurları, yeni eleştirmenleri daha doğrusu…
KAYNAKÇA;
1- Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Zoraki Diplomat, İstanbul 1955.
2- Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Ergenekon, İstanbul 1964.
3- Kudret, Cevdet, Türk Edebiyatı’nda Hikâye ve Roman, İstanbul 1987.
4- Moran, Berna, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, İstanbul 1991.
5- Naci, Fethi, Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme, İstanbul 1961.
6- Yücel, Hasan-Âli, Edebiyat Tarihimizden, Ankara 1957.
YAKUP KADRİ-EDEBİ PORTRELER
Ahmet Haşim, onunla daha dostken, sanatkârımızın başını haşhaşa benzetmişti. İnce boynu üstünde çok büyük duran başı böyle bir teşbihe hak verir mi bilmem. Fakat onda açılan fikir ve his çiçeklerinin afyon gibi baş döndürdüğüne, gözlere afyon rüyaları gibi zengin dekorlar serdiğine şüphe yok. Ve sanıyorum ki Ahmet Haşim “afyon” sözüyle daha çok o başın bu manevî tarafını anlatmak istemişti.
Şimdiki Yakup’un madde yanı ne âlemdedir, bilmiyorum. Ben onu yirmi dört sene evvel Türk Ocağı’nda tanımıştım. Davos’tan yeni gelmişti. Yanaklarında mat bir allık vardı. Simsiyah iri gözleri, sanki başka bir cihanda açılmış gibiydi. İçleri derin hayretlerle dolu, güzel gözler. Ta tepeye kadar uzanıp genişleyen ve insanı fikir dağlarına çıkaran dimdik bir alın yamacı, ince yüz çizgileri üstünde ansızın kalınlaşan kalkık kaşlar. Gözlere o derin hayranlığı vermekte galiba bu mütehayyir kaşların da payı var. Bütün yüzünü kaplayan masum hüzün, içli ve temiz çizgilerinde ansızın değişiyor. Uçurumlarla biten düzlükler gibi. Duygulu dudaklar. Açılmadan konuşan, bükülüşleri beliğ hutbeli dudaklar. Orta boy, orta yapı. İnce ve zarif duruş. Konuşurken aydınlığı yüze vuran bembeyaz dişler.
İşte benim gördüğüm genç sanatkâr böyleydi:
Türk Ocağı’nın, çiniler, güzel yazılar ve tablolarla süslü bir salonundaydık.
Nur Baba daha bitmemişti: Fakat ondan bir parça, “Nur Baba Dergâhı’nda Bir Âyin-i Cem” parçası okunacaktı. Memleketin en kuvvetli kalemleri oradaydı. Pek tatlı bir saat geçirdik.
İlk eserini kendinden önce görmüş, maneviyatla madde varlığından evvel tanışmıştım. Bir Serencam'ı ilk gençliğimin heyecanlı hayranlığıyla okudum. Yakup orada romantizm ile realizm kutupları arasında yalpalar. Fakat kitabın sonuna eklediği birkaç nesir parçası, hikâye kahramanlarının ağzına koyamadığı bir ihtirasla doludur. Hele “asâsız ve abâsız kaldım” mensuresi, Yakup’un nasıl engin ve derin bir âleme kanat açmak aşkıyla çırpındığını ne güzel gösterir.
İtiraf edeyim ki gerek 1329 Nevsal-i Millî sine yazdığı, “Hatt-ı destimle resmim ne için? Kim için?” cümleleri beni derin derin yaralamış ve Resimli Kitap’ta çıkan İstanbul sokaklarında bir kış geçirmeye mahkûm oluşunun şikâyeti de içimi sıkmıştı.
Birincide şımarık bir gurur görmüş, İkincide kabukla kestane macerasını hatırlatan bir hal sezmiştim. “Şapka”, “Baskın” hikâyelerinde de aynı sarsıntıları geçirdiğimi hâlâ hatırlarım.
Fakat Yakup’un burukluğu hızla geçti ve çabucak olgunlaştı. Rahmet, Kiralık Konak, Hüküm Gecesi, Nur Baba daima yükselen bir çıkışın mola taşlarıdır.
Erenlerin Bağında'da onun bir iç kabuğundan daha sıyrıldığını, mistik bir ruhla belirdiğini gördük. Dervişin hırkası nasıl abâ ise, bu ruhun lisandan esvabı da öyleydi. Biraz Tevrat’a benziyor, azıcık Mezamir’i andırıyordu. Üslûbuna itinalı bir derbederlik sinmiş, fikirleri bu olgun derviş kalenderliğiyle iç zenginliklerine kavuşmuştu.
Erenlerin Bağından'da Yakup, gerçek erenlerin, hak erenlerin sırrını fethetti mi? Buna hiç düşünmeden, “Hayır!” diyebiliriz.
Bu mistik devir, ondan bir çağ gibi gelip geçti. Çamlıca’da beslenen ruhu, çok sürmeden yine sanat göklerindeki kendi mahrekini bulmuştu.
Nur Baba, Akşam'da tefrika edilirken, İstanbul’un Bektaşî muhiti heyecanlanmış. Bâbıâli birkaç hırka ve sakal baskınına uğramıştı.
Babalar, dervişler sırlarının faş edildiğine kızıyorlar, Yakup’u bir mürted sayıyorlardı. Düşünmüyorlardı ki bir sanatkâr nazarında en büyük sır yaratmaktır ve doğurmak için müşahede ebesine muhtaçtır. Onu tarikat haini sayanların suçlarını cehillerine bağışlayalım.
Yakup, bir ara, İkdam'da fıkralar da yazdı. Millî Mücadele yıllarının heyecanı, bu makalelerde nabzı gibi vurur. İki ciltlik Ergenekon'lar bu makalelerden örülmüştür.
Meşhur Türk efsanesini bilenler, İstiklâl Savaşı’na bu adın ne kadar yaraştığını elbette takdir ederler.
Sanatkârımız, bir romancı için protoplazma sayılan müşahedeye bol bol sahip oldu. Ömrünün geçtiği dolambaçlı yol gerçekten bir talih eseridir. Şark ve garbı bütün imkânlarıyla müşahede aynasına düşürebilen bir romancı, eserlerinin harcını tamamlamış sayılır. Yaratmak için artık önünde hiçbir engele rastlamaz.
Yakup’ta imrendiğim şeylerden biri de sanatını fedaya, sanatkârlıktan fedakârlığa asla yanaşmamasıdır. Provası yapıldığı halde oynanmayan meşhur piyesini bu hükmümün delillerinden biri gibi kabul edebilirsiniz. Ankara ile Yaban'da da aynı ruhun yer yer, sahife sahife parladığı görülür.
Yalnız, bunlarda onun bir başka hali daha göze çarpıyor, Yavaş yavaş kendini muhit ve lisanın üstünde bir varlık sayan bir şey. Eserlerine kelime, terkip hattâ cümle halinde yabancı dilden istifadeler koymuş.
Birçok Rus ediplerinde, İngiliz, Alman romancılarında da bunu görüyor, tercümelerinin hemen her yaprağı altında “En français dans le texte" izahını buluyoruz. Bunun güzelliğini, iyiliğini, faydasını, sanata, sanatkâra verdiği değer payını ben, bir türlü anlayamadım. Doğrusu hoşlanmıyorum da.
Karaosmanoğlu bunu niçin yapıyor bilmem? Yoksa bu, ilk gençliğinin garba hayran günlerine tekrar bir dönüş müdür? Türk’ü dünyanın ön safına çıkaran bunca harikalardan sonra, bunu ummuyorum. Tasallüfü ise, onun yanında pek küçük bulduğum için, aklıma bile getiremiyorum.
Bize ruh derinliğinin, gönül inceliğinin güzelliklerini bütün sıcaklığıyla sunan bu kudretli ve kıymetli sanatkâr, şimdi en olgun çağındadır. Hem ruh hem fikir ve müşahede zenginliği bakımından tekâmülün son merhalesine varmıştır. Artık en büyük eserini bekleyebiliriz.
Romanı, kuru hakikatler zincirinden ibaret sayanlar, ondaki zengin şiiri yadırgarlar. Bu yadırgama, şiirin ne tatlı bir ölçü ile esere yayıldığını göremediklerindendir. Gerçek sanat eseri, hiçbir zaman çoban çevresi ve azami hudutta hakikatlere bağlı kalmaz ve gerçek sanatkâr asla herkes gibi konuşmaz.
HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER