Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

SÜRÛRÎ, Seyyid Osman

(1752-1814)

Tarih düşürmedeki maharetiyle tanınan divan şairi.

Adana’da doğdu. Babasının adı Hâfız Mûsâ’dır. Baba tarafından Hz. Peygamber’in soyundan geldiği rivayet edildiğinden seyyid olarak anıldı. Öğrenimini Adana’da yaptı ve yirmi yaşlarında şiir yazmaya başladı. 1193 (1779) yılında Adana niyâbetinden Mekke pâyesine yükselen ve daha sonra şeyhülislâm olan Yahyâ Tevfik Efendi, Sürûrî’de gördüğü kabiliyet üzerine onu İstanbul’a götürdü. Burada Tevfik Efendi’nin geniş çevresiyle tanıştı ve ilerleme imkânı buldu. Önceleri “Hüznî” mahlasını kullanan şair, hiciv ve hezel türü şiirlerinden oluşan Hezeliyyât’ındaki manzumelerde “Hevâî” mahlasını tercih etti; İstanbul’a geldikten sonra “Sürûrî” mahlasını kullanmaya başladı. Tâhirülmevlevî bu mahlasın kendisine şiirlerini beğenen Tevfik Efendi tarafından verildiğini söyler.

Sürûrî, İstanbul’a geldiğinde Şeyhülislâm Esadefendizâde Mehmed Şerif Efendi’ye mülâzım oldu. Ancak mülâzemeti uzun sürünce fakirlikten yakınan manzumeler yazarak devrin sadrazamı ve şeyhülislâmına gönderdi. Nihayet 1195’te (1781) Anadolu Sadâret Kalemi’nden kadılığa geçerek on altı yıl boyunca dört yerde kadılık yaptı. 1196’da (1782) Yeğen Mehmed Paşa’nın sadâreti sırasında Bâbıâli’den kendisine 12 kuruş ücretle ayrıca duâgûluk görevi verildi. Tarih düşürmedeki üstün kabiliyeti dolayısıyla şöhreti bütün Osmanlı ülkesine yayıldı. 1202 (1788) yılından sonra Sünbülzâde Vehbî’nin kethüdâsı olarak Eski Zağra’ya gittiyse de onunla geçinemedi. Fatin Efendi Tezkire-i Hâtimetü’ş-şuarâ’da halkın şikâyetiyle bir müddet hapsedildiğini kaydeder. Yenipazar’daki kadılık görevinin ardından (1800) Mostar kadılığı yaparken İstanbul’a döndü. 1802’de III. Selim’e sunduğu bir kaside üzerine son resmî görevi olan Anadolu kazaskerliği emrine tayin edildi. Üç defa evlenen Sürûrî 11 Safer 1229’da (2 Şubat 1814) vefat etti. İzzet Molla ölümü için aşağıdaki tarih kıtasını söylemiştir. “Sürûrî-i müverrih kim uyurken bulmasa târîh / Gamından bir dahi varmazdı aslâ âlem-i hâba // Teessüf eyleyip üstâdına İzzet dedi târîh / Sürûrî’nin vefatı mûcib-i hüzn oldu ahbâba.” Kaynaklar, mezarının Topçular’da La‘lî Çeşmesi’ne yakın bir yerde Sünbülzâde Vehbî’nin yanında olduğunu bildirmekteyse de Tahir Olgun mezarını bulamadığını ifade eder. 

Sürûrî, diğer divan şairlerinden farklı olarak kaside ve gazel yerine tarih düşürmedeki maharetiyle ön plana çıkmıştır. Hemen her olay karşısında duygu ve düşüncelerini tarih manzumesi şeklinde söyleyebilen güçlü bir şairdir. Nazım tekniğine hâkimiyeti ve kelimeleri zorlanmadan nazma aktarması en çok dikkat çeken vasfıdır. Eserleri sanat kaygısı taşımadan gerçeği olduğu gibi yansıtır. Asıl şahsiyetini ve şiir söylemedeki kudretini ortaya koyduğu tarih manzumelerinde bu yönü daha açık biçimde görülür. Kendinden önce tarih düşürmede meşhur olmuş Edirneli Nazmî, Bursalı Hâşimî ve Cinânî gibi şairleri geride bırakmakla kalmamış, zamanında olduğu gibi daha sonra gelenlere de örnek olmuştur. Tarih düşürmenin hemen bütün türlerinde verdiği örnekler sanat ve dil bakımından zengin, akıcı, renkli ve pürüzsüzdür. Nükteye, hiciv ve hezle düşkün olan şairin düşürdüğü vefat tarihlerinde bile bazan bu yönü ortaya çıkmaktadır. Birçok şairi hicveden Sürûrî en çok Sünbülzâde Vehbî üzerinde durmuştur

Eserleri. 1. Divan (Bulak 1255). Sürûrî divanını iki defa tertip etmiştir. Otuz yıl boyunca yazdığı şiirleri 1802’de “Neşâtengiz” adıyla bir araya getirmiş, 1805’te divanına yeni şiirlerini ilâve etmiştir. İkinci düzenleme sırasında ilk tertibinde divana bütün şiirlerini aldığını, ikinci tertibinde bunların bazılarını çıkardığını, bazılarını da yeni eklediğini söyler. Divanın 322 sayfalık kısmındaki tarihler 1719’u bulmakta, Hezeliyyât’takilerle beraber bu sayı 1800’ü geçmektedir. Ayrıca Sürûrî Mecmuası’nda verilen bazı tarihler divanında bulunmadığı gibi bu tarihten sonra kaleme aldıkları da bu sayıya dahil değildir. Atilla Batur’un üzerinde doktora çalışması yaptığı (bk. bibl.) divanda çoğu III. Selim için söylenmiş otuz iki kaside ile “Medhiyye” başlığı altında çeşitli nazım şekilleriyle yazılmış yirmi iki manzume ve yedi tahmîs yer almaktadır. Ayrıca 163 gazel, on yedi kıta ve “matla‘” adı altında on iki beyit vardır. Sürûrî divanının üç nüshası bilinmektedir (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 3849; TSMK, Yeniler, nr. 2076; Beyazıt Devlet Ktp., nr. 5713). 2. Hezeliyyât (İstanbul, ts.). “Hevâî” mahlasının kullanıldığı eser üzerinde bir yüksek lisans çalışması yapan Elif Ayan’ın tesbitlerine göre (bk. bibl.) yetmiş gazel, bir müseddes, bir muhammes, 110 tarih manzumesi, 260 kıta ve otuz sekiz beyit halinde şakaları, alay ve hicivleri toplanmıştır. Daha çok yaşadığı devrin şairlerini hicvettiği bu eserde bazan kaba küfürler ve müstehcen ifadelere rastlanmaktadır. Birçok şiiri Sünbülzâde Vehbî ile aralarında geçen mülâtefeleri içermektedir. Hezeliyyât’ın dokuz nüshası bilinmektedir (Köprülü Ktp., Mehmed Âsım Bey, nr. 422; TTK Ktp., nr. 32, 33, 113; İÜ Ktp., TY, nr. 1567, 3281, İbnülemin, nr. T 651, T 760; İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Muallim Cevdet, nr. 530). 3. Sürûrî Mecmuası. Birçok nüshası bulunan eser, 1102’si şaire ait olmak üzere 247 şairden derlenmiş 2473 tarih mısraını ihtiva etmektedir. Bu tarihlerin 137’sinin şairi bilinmemektedir. İki veya daha çok şairin birlikte yazdığı tarih mısralarının sayısı altmış ikidir. Sürûrî bu tasnifinde genellikle tarafsız hareket etmiş ve Cevdet Paşa’nın da belirttiği gibi “derece-i hüsn ü makbûliyyetlerine göre” kendi tarihlerini bazan önce, bazan diğer tarihlerden sonra sıralamıştır. Esere Keçecizâde İzzet Molla ile Esad Mehmed Efendi bazı ilâveler yapmıştır (İstanbul 1299).

BİBLİYOGRAFYA:

Kınalızâde, Tezkire, I, 456; Sâî, Tezkiretü’l-bünyân, İstanbul 1315, s. 186; Fatîn, Tezkire, s. 189; Ebüzziyâ Mehmed Tevfik, Sürûrî-i Müverrih, İstanbul 1305; Muallim Nâci, Esâmî, İstanbul 1308, s. 161, 187; Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-i Osmâniyye, İstanbul 1987, s. 180-190; Sicill-i Osmânî, III, 13; Osmanlı Müellifleri, s. 238; Tâhirülmevlevî, Manzum Bir Muhtıra, İstanbul 1931, s. 132; İsmail Yakıt, Türk-İslâm Kültüründe Ebced Hesabı ve Tarih Düşürme, İstanbul 1992, tür.yer.; E. J. W. Gibb, Osmanlı Şiir Tarihi (trc. Ali Çavuşoğlu), Ankara 1999, III-V, 446; Atilla Batur, Sürûrî Dîvânı, Hayatı, Sanatı, Eserleri, Divanının Tenkitli Metni (doktora tezi, 2002), İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; Elif Ayan, Sürûrî ve Hezeliyyat’ı: İnceleme-Tenkitli Metin-Sözlük (yüksek lisans tezi, 2002), Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; “Süruri”, TA, XXX, 155-156; Ömer Faruk Akün, “Sürûrî”, İA, XI, 250-252; Edith G. Ambros, “Surūrī”, EI² (İng.), IX, 896.

Atilla Batur   TDV, cilt: 38; sayfa: 173

[SÜRÛRÎ, Seyyid Osman - Atilla Batur]

 


 

SÜRÛRÎ

Mizahçı şahsiyetlerin portrelerini yazmaya karar verirken, karşılaşacağım zorlukları bilmiyor değildim. Fotoğrafın pek yeni bir keşif oluşu ve resmin de bizde din yasağıyla kötürümleşmesi, tarihî şahsiyetlerimizin çoğunu maddî varlıkları bakımından karanlıklar içinde bırakmıştır.

Hilye ve Vücutnâme’ler ancak dinî mümtazlardan, tarikat yerlerinden ve keramet sahibi erlerden bahsederler. “Menâkıb-i Hünerverân” gibi mecmualarda ise yaratıcıların kendileri değil, eserleri yer almaktadır.

Portre, gerçekten bu adı taşıyabilmesi için, bahsettiği şahsiyetin hem gövde, hem ruh çizgilerini belirtmesi lâzım gelir.

Eserler elde bulundukça, sahibinin ruhuna girmek, taşıdığı iç hüviyetini belirtmek, manevî simasını çizmek mümkündür. Çünkü eserin kendisi, zaten gören göz için bir fotoğraf kadar sadakatle sahibini aksettirir.

Ne yazık ki eskiden gelip geçmiş büyük istidatlar, dehalarını hat’ta, tezhibe, nakışa harcadıkları halde resme hiç emek vermemişlerdir. Eğer bu emek, mânâsız zihniyetlerle körletilmemiş olsaydı bugün böyle kıvranıp kalmayacaktık.

Fatih’in resmini de nihayet bir Bellini’ye borçlu değil miyiz?

Edebiyat tarihlerinde Sürûrî’nin hezel, hiciv vadisinde şöhret sahibi olduğunu okuyoruz. Hezeliyat-i Sürûrî de elimizdedir. Fakat ne tezkirelerde ne de zamanına ait vesikalarda onun şekl ü şemaili hakkında hiçbir ize rastlanamaz.

Sürûrî, hiciv tarihimizde yer almış bir simadır. Bu nev’in taramasını yapan adam onu atlayamaz. Bu sebepledir ki ben onu yalnız iç yüzünü seyrettiren eserlerinin arkasından görüp göstermeye çalışacağım.

Sürûrî’nin 1751’de Adana’da doğduğunu, kadılıklarda bulunduğunu ve bir aralık Sünbülzâde Vehbi’ye kethüdalık ettiğini biliyoruz. İlk mahlası Hüznî idi. Sonraları mizacına daha yaraşan Sürûrî’yi kullanmaya başladı.

Edebiyat tarihimizde hezelden ziyade tarih söylemekle meşhurdu. En basit hâdiseler, en umulmaz, değersiz şeyler için pek güzel tarih beyitleri yazmıştır. İşte birkaç örnek:

Âb-ı hayvan doludizgin girdi at pazarına

Çâr-ı tak-ı adne çıktı Şeyh Koruk

Mevt ile dûr oldu gözden âh Çeşmîzâde

İçti Şerbetçi Emin cür’a-i ke’s-i mevti

Farenin hasretinden öldü kedi

Eğer bu tarih mısralarına dikkat edilirse şairin büyük kabiliyeti hemen göze çarpar. Divan edebiyatında “âb-ı hayat'a çok kere “âb-ı hayvan” da denir. “Doludizgin”, “at pazarı”, “girdi” tâbirleri de hep hayvanı tamamlayan sözlerdendir. At pazarında yapılan bir çeşmeye de ancak bu kadar güzel bir tarih söylenebilirdi.

Çar-i tâk, çardak demektir. Adn cennet olduğuna ve Şeyh Koruk mazanneden bulunduğuna göre yine tarihi mükemmeldir.

Çardak ile Koruk arasındaki münasebet ise herkese açık bir tenasüp cilvesi sayılabilir.

Hezeliyât-ı Sürûrî için aynı methi yapamayacağız. Zira bu yazma eseri dolduran kıtalar, beyitler ve müfredler içinde gerçekten zarif pek az mazmun vardır. Hemen hepsi yüz kızartacak kadar galiz birtakım telmihler, ihamlarla doludur.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER